Tasavvufun içini boşaltan şeyhler
Geçen haftaki yazımda “İslâm’ın İçini Boşaltan Müslümanlar” üzerine bazı tespitlerimi sizlerle paylaşmıştım. O yazıda, içerisinde en yüksek metafizik hakikatleri barındıran rahmet dini aziz İslâm’ı nasıl hep beraber insanlığın sığınılacak son adası olmaktan çıkarıp kendisinden kaçılan bir din haline getirdiğimizi sorgulamıştım. Tabii ki bunun tek bir sorumlusu yok. Aşamalı olarak işin içinde birden fazla elin olduğu bir süreç. İç sebepleri var dış sebepleri var. Yazılarımdan anlamışsınızdır; bendeniz dış sebeplerden ziyade daha çok iç sebepler üzerinde durmayı tercih ederim. Dış sebepler beni o kadar korkutmaz. Baş edilmesi daha kolay bence. Sen açık vermezsen şeytan vazifesini yapamaz düsturuna inanırım. Ama iç sebepler öyle değil. Tıpkı hastanın hastalığını kabul etmemesi gibi patolojik bir durum. Kimse suçu üzerine almaz, hep diğerine atarak rahatlar. Girift ve zor bir konu. Halbuki bu menfi durumda herkes payına düşeni alma ve düzeltme büyüklüğünü göstermesi gerekir.
Meselâ ben İslâm’ın en derin ve en orijinal düşünce mirasının Tasavvuf Tefekkürü olduğuna inanırım. Evrensel düzeyde insanlığın diğer fikri mirasıyla yarışabilecek büyük düşünceler kısm-ı a’zamıyla bu Sufi düşünürlerden çıkmıştır. İbn Arabi, Mevlânâ, Hâfız, Sa’di v.b. gibi şahsiyetlerin düşünceleri bugün dahi hâlâ incelenmekte ve yorumlanmakta olmaları hasebiyle arkaik değil hâlâ canlı düşüncelerdir.
Batı tarihinde maddenin ve profan olanın öne alınması nasıl Rönesans dönüşümü ile zirveye taşındı ise bu oluşumun fikrî arka planında İbn Rüşd düşüncesi ve onun Averreoizm (İbn Rüştçülük) şeklinde uyarlanmış halinin olduğu bir gerçektir. Lakin bugün gelinen noktada tabiatın ve insanın kutsaldan soyulması, tabiatın ve çevrenin tahrip edilmesi, vahşi kapitalizmin sırf kâr amaçlı üretiminin zihni temellerinin de bu dönüşümde bulan insancıl, çevreci, yeşilci, huzurcu çevreler Averreoizme savaş açmışlardır. İnsanın kökleri maddede değil ilâhî ve manevî olandadır, maddenin hakikati kendi başına değil ruhun tasarrufu altında olduğunda açığa çıkar, doğa ile savaşmak değil beraber kozmik uyumda olmak esastır v.b. gibi postmodern anlayışlar ise günümüzde İbn Arabi-Mevlânâ ikilisinin keşfini İbn Rüşd’e tercih etmiştir. Her ne kadar bizde eski YÖK başkanı ile onun gazeteci dostu ve modernist ilâhiyatçı arkadaşları bu modası geçmiş Averreoizmi bir kurtuluş teolojisi olarak mütemadiyen reklâm edip dursalar da Batı’da bazı yazarların bugünün problemlerini bu Averreoizme dayandırdıklarından haberleri yoktur. Derim ki Osmanlı’nın pek tanımadığı fakat günümüzdeki bu modernist grupların bayraklaştırdığı bizdeki “İbn Rüşd Algısı” üzerine de tez çalışması yapılsa ne iyi olur. Konu İsmail Kara üstadımıza kemâl-i ihtiramla arz olunur.
Her neyse esasen bugün ele almak istediğimiz konu bu değildi. Bugün üzerinde durmak istediğimiz konu o büyük sufî bilgelerin yolunu izlediği iddiasında olan günümüz sözümona tasavvufî kişi ve guruplarının bu iddialarının ne kadar sahih olduğu konusuydu. Yukarıda bahsettiğimiz İbn Rüşdcü akımlar sadece kavramsal tasavvurlara dayalı zihinsel meşguliyet sunarlarken sufî metafizikçiler pratikte birebir denedikleri görüşlere sahiptirler. Onlarda teori ve pratik ayrılmaz bir bütündür. Bu açıdan sufîlerin felsefesi fikirlerin salt naklinden ibaret bir tarihsel çalışma değil birebir inisiyatik tecrübelerdir. Tabii ki bu da sufîlerde talebe-hoca ilişkisini daha dinamik bir eğitim süreci haline getirmektedir. Bir bağlanmadır bunun adı. Bağlanarak aktarım da diyebilirsiniz, bağlanarak tamamlanma da diyebilirsiniz. İşte bu durum müthiş bir liyâkat ve sorumluluk iktiza ediyor ama olmaması durumunda da toplumsal problem doğmasının yolu açılıyor. Bu gelenek her ne kadar manevî olarak bir inkıtaa uğramadı ise de iç ve dış ortak çabalar ile zâhirde ve müessesede inkıtaa uğratıldı. Bu şekilde zâhirde oluşan keşmekeş manevî otoritesi olmayan bazı heveskârların hasbelkader şeyhlik makamına oturmalarını sağladı. Manevi denetimi her zaman mahfuzsa da maddi olarak denetimi yapılamayan birçok yapı ortaya çıktı. Kimisi dernek, kimisi vakıf kurarak, kimisi eski bir dergâhı kiralayarak başına müdür olan kimseler kendilerini şeyh oldum zannettiler. Lider olma sevdasındaki, şöhret peşindeki, menfaatperest, megaloman kimseler tahakkuk libası giymemiş muallak rüyalarla makâm-ı hilâfet iddia ettiler. Son bâkiyelerden bazı yaşlı şeyhleri kendilerine bunlarla hilâfet vermeye zorladılar. Alamadıkları şeyhleri hemen terk edip başka zatlara yanaştılar. Hatta tehdit dahi ettiler. Bunların iştahla istediklerini verenler de oldu maalesef. Lakin şunu bilmiyorlar ki o aldıkları kağıt parçası ancak manevi âlemden hal giydirilerek mühürlenir. Ne ilim sahibi, ne hal sahibi ve ne de tasarruf sahibi bu kimselerin Hak sohbeti yapma kudretleri yoktur. Keşf ve nazar sahibi değillerdir. Bu yüzden etraflarına topladıkları kimseleri sadece şeklî bazı şeylerle bağlamaya çalışırlar. Abartılı kıyafetler, abartılı merasimlerle örülü bir sosyal grup lideridirler, hepsi bu. İlâhî okutarak vakti doldururlar. Güfteyi anlamazlar. İşin hakikatinde din sosyolojisi ilmi konusudurlar, tasavvuf ilmi konusu değillerdir. Karizmaya ihtiyaçları olduğundan kendinden yaşça büyük insanlara dahi utanmadan el öptürerek hava atarlar. Kimisi uzay mekiği Challenger’ı ben düşürdüm der. Kimisi beklenen Mehdi benim der. Maşallah her şeyi yaparlar ama bir seyr-i süluk yaptıramazlar. Sonra bunlara tarikat derler. Hadi ordan… Yemin ederim size, bunların hiçbirisi ne Kur’ân’ı, ne Fususu’l-Hikem’i, ne Mesnevi’yi açıklayabilecek kudrette kimselerdir. Çoğu doğru düzgün dini ilim de tahsil etmemiştir. Elham’ı dahi doğru okuyamazlar. Oysa tahakkuk ilmi medresenin devamıdır. Bütün büyük evliyaullah medreseden mezun olduktan sonra ilerleyenler arasından çıkmıştır. Yaklaşık bir yıl evvel yine köşemde “Tasavvuf Erbabı da Kendini Hesaba Çekmeli” diye üst üste iki hafta yazmıştım (Bkz. Şafak Yazıları, Sufi Yay. s.60-67). Fakat bugünlerde medyaya yansıyan bazı komediler ışığında o muhteşem Tasavvuf Yolunun içini boşaltan bu sözümona şeyhlere yeniden dikkat çekmemiz vacip oldu. Aslında Şeyhler dememek lazım, Müteşeyyihler demek daha doğru. Yani Şeyh adını kullanan müsveddeler… Tasavvuf düşmanları bu hokkabazları çok seviyor. İç sebepler daha önemli dememiş miydim? Alın bir tane daha. Zira bunların verdiği zararı hiçbir tasavvuf karşıtı veremez. Tasavvuf câmiası kendi kapısının önünü temizlemeli.
Samimi olarak Hakk’a giden yolu arayan insanımıza da şunu söylemek isterim ki kırk yıl bu kuru çeşmelerin yanında beklesen bir bardak su dolduramazsın aziz kardeşim! O müsveddelere de tavsiyem her sabah aynanın karşısına geçerek şu tasavvuf düsturunu yüksek sesle tekrarlamaları. Manasını da bir bilenden öğrensinler bir zahmet:
Der tarikimâ lâzım âmed çâr terk:
Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.
YAZAR: Mahmud Erol Kılıç