Tasavvuf erbabı da kendilerini hesaba çekmeli 2
Halihazırda İslam dünyası maalesef tefekkür gücünü yitirmiş durumda. Mütefekkir, bilge, hakîm, ârif kalmadı. Klasik metinler mütefekkir çıkabilmesinin şartının her şeyden evvel mavera ile irtibata veyahut faal akılla ittisale girebilmekle mümkün olduğunu söyler. Modern Müslümanlar ise bunu kabul etmeyince ümmet genelinde rehberiyyet yani önderlik Âlim-i billah‘tan, Ârif-i billah‘tan daha alt mertebelere kaydı. Oysa ki onlar doğrudan bilgi sahibi olan kimselerdi. İrfana ve ilhama mazhar olan basiret ve feraset sahibi kimselerdi. Bu makam sahipleri kalmayınca salt hukukçu, politikacı, gazeteci, şâir v.b. gibi mesleki kimliklerinden başka vasıfları olmayan ve “bilgi” değil “malumat” sahipleri rehberiyyete geçti. Bu seviyenin kılavuzluğunda maneviyattan koparılmış, materyalistleştirilmiş İslami ilimler ile dindar nesiller yetiştirebileceğimizi zannettik. “Bir topluluk nefislerini değiştirmedikçe Allah da onları değiştirmez” (Ra’d 11) âyetini o gençlere açıklayabilecek müfessir kalmayınca dikey yani enfüsi çalışma yapmadan yatayı yani toplumu düzeltmeye talip olan militanlar yetiştirdik.. “Onların kalpleri vardır onunla aklederler” (Hac 46) âyetini görmeyen Kur’an Araştırma Merkezleri’nde bütün akıl kelimelerini beyinsel faaliyete indirgedik. Tabii bilmiyorsalar soracakları “ehl-i zikir” de (Nahl 43) kalmayınca tekno gençler Allah’ı artık Google’da aramaya başladılar. Sizin anlayacağınız “Göçtü kervan kaldık dağlar başında”.
Bütün bu epistemolojik anarşi karşısında ben yine de Tasavvuf mektebini asla, orijinale en yakın ilim hiyerarşisine (merâtibu’l-ilm) sahip yegane model olarak görenlerdenim. Zira gelenek ve maneviyat karınca kararınca ancak orada sürüyor. Diğer modeller şöyle veyahut böyle profanlaştı. Kutsalla irtibatı kalmayan bu nevzuhur modellerin perişan ettiği İslam dünyasının aydınlık geleceğini ben ancak bu modelde görüyorum. Tıpkı Selçuklu ve Osmanlı İslam’ının, Endülüs ve Kuzey Afrika İslam’ının, İran ve Hind Altkıtası İslam’ının dayandığı modelin o olması gibi. Teorik olarak ümitliyim, lakin kendilerini bu mektebe ait gören kimselerin bu mektebin esasları ile alakası olmayan hal ve tavırlara girmeleri de bir başka problemi teşkil ettiğini de söylemeliyim.
Doğruya doğru günümüzde Tasavvuf alanında da ciddi problemler var. Yüksek metafizik bilgi ve değer üretmesi beklenilen bu yerler sadece “yanmaz kefen” üretiyorsa bir yerde hata var demektir. Tamam “Hocam o senin dediğini üretebilmek için yüksek bağlantılar gerekir nerede bizde o” denirse anlarım. O zaman bunun adına Tasavvuf demeyiniz de ne derseniz deyin. Hak sohbeti yapılmayıp, Tevhid dersleri yapılmayıp, seyr-i süluk yaptırılmayıp, bunun yerine papağan gibi fetâva kitaplarındaki maddeleri saymakla tasavvuf yapıldığı sanılmasın. O başka bir şey tasavvuf başka bir şeydir.
Diğer taraftan eski bir dergahı kiralamakla, tac-ı şerifle resim çektirmekle, zikir veyahut semada cep telefonlarına kayıt yapmakla da derviş olunmaz. İstisnalar hariç şeyhliği otomatik olarak babadan oğula geçen bir hanedanlığa çevirmekle de olmaz. Hilafet almak için araya siyasileri sokmakla veyahut zavallı şeyh efendinin kafasına silah dayayıp kağıt imzalatmakla da bir şey olmaz.
Şeyh Ebu’l-Hasan Harakanî’den kendisine hırka giydirip icâzet vermesini talep eden ama aslında henüz tam manasıyla olgunlaşmamış bir müridine verdiği şu cevap bu gün de sırf bunların peşinde olanlara büyük bir derstir: “Evlad, eğer hırka ve icâzeti dünyalık bir unvan için istiyorsan o zaman niye marifet ve fenâ yoluna talip oldun ki? Yok, eğer bunu insanları irşâd etmek ve dünyevî olandan uzaklaşmak için istiyor ve kendini de bu makamda görüyorsan o zaman hırka ve icâzeti ne yapacaksın? Yani her iki halde de hırka ve icâzetin sana bir faydası olmaz. Gücün varsa her konuda Hakk’a giden yolu göster de hem halk görsün hem de biz görelim, bakalım neyin varmış?” Büyük Anadolu sûfisi Yunus Emre;
“Dervîşlik dedikleri hırka ile tâc değil
Gönlün dervîş eyleyen hırkaya muhtâc değil”
derken aynı şeyi kastetmiyor muydu?. Yine erenler; “Tac mârifet tâcıdır sanma başka tâc ola” dediler duymadınız mı?
Osmanlı aydınları büyük mütefekkir ve Mesnevi şarihi İsmail Ankaravi’nin; “Biz iki anneden süt emdik” sözünü tekrarlarlar. Muhyiddin İbn Arabi ve Mevlâna bu topraklarda tecrübe edilen İslam’ının iki kurucu babasıdır. Ben de bu haftaki yazıma o iki otoriteden birisi olan Hazret-i Mevlâna’dan seçtiğim şu sözlerle son vermek istiyorum. Okunduğunda görüleceği üzere bu sözler bu mektebi dışlayan, yok sayan bazı İslam dersi okutmanlarının külli redlerinden çok farklıdır. Bir meslek içi otokritiktir adeta. Geçen haftaki yazımızda da dile getirdiğimiz gibi tasavvuf ilmi kendi iç eleştirisini yapan ilk ilim dallarındandır. Hasılı, tasavvufa gönül veren kimseler eğer Molla Kasım’ların işşiz kalmasını istiyorsalar Molla Hüdavendigar’ın şu sözlerini kendi kulaklarına mengüş etmelidirler.
“Sen çalış çabala kendindeki gizli hazineyi araştır, kendini bulmaya çalış, ama dikkatli ol, kendini çaldırma! (DK. I/409). Dikkat et bu zamanda, insan çalanlar, altın çalanlardan daha fazla (DK. I/316). Etrafında insan yüzlü birçok şeytan var, bunlara dikkat et. Öyleyse her ele, el vermen uygun değildir (Mesnevi, I/316). Ham kimselerin toplandığı yer haline gelirse tekke, umum pazar yeri gibi olur. (Mesnevi I/313). Hakk yolunda yürüyen kişinin uyanık olması gerekir. Çünkü yol, görünüşte dümdüz ve güzeldir. Fakat altında tuzaklar vardır. Bu yolda bize kılavuzluğa yeltenen birçok anlı şanlı isimde mânâ kıtlığı, mânâ oturmamışlığı vardır. Pek çoğu aslında adlarının adamı değildir. Görünüşe kapılma. Şunu iyi bil ki sahte yol göstericilerin adları, şanları ve lafları birer tuzaktır. Onların kulağı okşayan, secili fakat rûhânî olmayan sözleri ömrümüzün suyunu emen kum gibidir. Lakin unutma, ömür suyunu emen, bizi bitiren boş sözlerin yatağı böylesi kumlar olduğu gibi, içinden âb-ı hayat fışkıran kumlar da vardır. Bu kum pek az bulunur. Hadi şimdi sen git içinden irfan fışkıran, ilâhî sırları dışa taşıran kumu ara” (Mesnevi, c.I/96)
Prof. Dr. Mahmut EROL KILIÇ