Sufiler Gaybi Bilirler mi ?
Tasavvufta Mükâşefe ve Gaybi Bilgi
Duyu organları ve aklın yetersiz kaldığı metafizik alanda tasavvuf ehline göre esas geçerli bilgi kaynağı Mükâşefedir . İşte bu hali yaşayan ariflerin bazı gayb bilgilerine ve henüz zuhura gelmemiş kader hükümlerine vakıf olabildikleri belirtilmekte,1 Hz. Peygamber tarafından “muhaddeslerden” olduğu bildirilen Hz. Ömer’in de, İbn Abbas’ın dediğine göre in ce bir perde arkasından “kaza”ya baktığı nakledilmektedir.2 Keşf halinde sufiler geleceğe ait konulara acaba nasıl muttali olabilmektedirler?
Bu hususu XIII. asrın önemli mutasavvıflarından Azizüddin Nesefi şöyle açıklamıştır: Gayb aleminde bir takım melekler bulunmaktadır. Bu alemde zaman ve zaman ötesi olmadığı için geçmişte olmuş olan, şimdi var olan ve gelecekte meydana gelecek olan her şey hazır durumdadır. Meleklerin bu aleme vakıf olması, gaybe değil hazır olana vakıf olması demektir. Gönül aynasını parlatmayı başaran kimselerin ruhlarıyla oradaki melekler arasında bir münasebet meydana geldiğinde, bu temiz ruhlar ile melekler karşı karşıya duran iki saf ayna gibi olurlar. Melekler bilince, o bilgiler bu kimselerin gönül aynasına da akseder,3
Ancak burada çok önemli bir noktanın akıldan çıkarılmaması gerekli sufilerin ulaştıkları keşfi bilgiler duyu organlarıyla ve onların verilerini kullanan akılla elde edilmediği için, onlardan bir kısmının ifadesi imkansız gibidir. Nitekim bazı mutasavvıflar bu bilgilerin açıklanamayacağını, ancak vasıtasız tecrübeyle bilinebileceğini söylemiştir. Bir köre kırmızının ne demek olduğu açıkla namayacağı gibi, o bilgiler de izah edilemez. Bu durumda sufi onu muğlak ve şaşırtıcı mecazlar ile ifade etmeye çalışır.4
Hatta İmam Rabbani kendisine gelen bazı bilgileri remz ve işaretle dahi anlatamayacağını, bunların nübüvvet kandilinden iktibas edildiğini ve Ebu Hüreyre’nin “Şayet açıklarsam şu boğaz kesilir “5 diye ifadeye koyduğu türden bilgiler olduğunu belirtmiştir.6
Sufiler bir takım gayb bilgilerinin yanı sıra Allahı gerçek manada bilme (marifet-i İlahi) ve O’na inanmanın da ancak keşf yoluyla gerçekleşeceğini ileri sürmüş ve bu hususta aklın yetersizliği üzerinde durmuştur, Sahih burhanla ulaşılan ilmin Allah’ın varlığı ve birliği hakkında şüpheleri giderebileceği ve şirk koşanları ikna edebileceği kabul edilse de; Allahın bilgisine (marifet) keşften başka bir yolla ulaşılamayacağı vurgulanmaktadır 7. Onlara göre Allah’ı ( bilmek) için akıl sahibi nasıl delile muhtaç ise, akıl da bu konuda delile muhtaçtır. Çünkü akıl mahluktur; yaratılmış şey yalnız yaratılmış olanlar hakkında delil olabilir 8. Ayrıca akıllar mizaçlara tabidir. Herkesin mizacı farklı farklı olduğu için, aklın verileri de farklı olur ve birbirini tutmaz.9
Ebu Hüseyin Nuri (ö.295/907) “Allah’ın varlığına delilin nedir?” diye soranlara, “Allah’tır” diye cevap vermiş. “Aklın bu husustaki rolü nedir?” diye sorulunca da “Akıl acizdir, o ancak kendisi gibi bir acize delalet edebilir” demiştir.10
Ben Mevla’mı deliller ile biliyorum diyen Sehl b. Abdullah’a (ö.273 veya 283/896) sufinin biri şu şekilde tepki göstermiştir: “Yazık sana! Rabb’ini deliller ile bilen şiddetler denizinde boğulur … Ben Mevla’mı Mevlam ile bilirim … Hiç kimse O’nu akıl ve re’y yoluyla bilemez.”11
O sebeple Bayezid-ı Bistami (ö.234/848 [?]) “Ya Rab! Bana kendini kendin anlat, çünkü sen anlatmadan ben seni anlamıyorum” diye dua etmiştir,12İmam Gazzali, avamın taklid ile benimsedikleri imanı ilk mertebe, kelamcıların istidlal tarikini de kullanarak benimsedikleri imanı avamın derecesine yakın olmakla birlikte ikinci mertebe, ariflerin yakin nuruyla müşahade sonucu ulaştıkları imanı ise en ileri mertebe olarak görmektedir.’13 Bunu ifade için bazı sufiler “Allah’a inanmak O’nun uluhiyetini müşahede etmektir” demişlerdir,14 Allah’ın varlığını ve birliğini tasdik sadedinde söylenen şehadet kelimesine “Eş hedü” ile başlanması da bu hususa işaret etmektedir. Nitekim İmam Kuşeyri (ö.465/1072) yolun başında olan kimselerin, Allalı’ın varlığını ve birliğini delil- ler ile bileceğini, ancak mükaşefe haline geldiğinde gayb alemi ile arasındaki perdelerin kalkmış olması ve Allah’ın sıfatlarıyla ünsiyet halinde bulunması sebebiyle delil üzerinde düşünmeye ihtiyacı kalmayacağını belirtmiş, müşahede haline ulaştığında ise bizzat Hakk’ın zuhur edeceğini açıkça dile getirmiştir,15
[divider]
KAYNAK:
- Ebi Abdurrahman Sülemi, Meseletil dereceti’s-sôdıkın (Tercülmesiyle birlikte nşr. Süleyman Ateş [Tasavvufun Ana İlkeleri Sülemi’nin Risaleleri]), Ankara 1981, s. 148; a.mlf., Menahicül arifin/n, s. 16.
- Sülemi, Mes’eletii dereciti’s-sadıkin, s. 148.
- Nesefi, İnsanı Kamil, s. 106-109.
- Ebu’I-AHi Afifi, Muhyiddin İbnil’ Arabi nin Tasavvuf Felsefesi (tre. Mehmet Dağ), Ankara 1975, s. 103.
- Buhari ilim, 42.
- Rabbani I, Mektup 267.
- İbn Arabi, Fütuhat, I, 158.
- Kelabazi, et-Taarruf, s. 78.
- Abdülvahhab şarani, ed-Dürerü’l-menşure fi beyani zübedil-ulumil-meşhure, İstanbul Üniversitesi Ktp., AY, nr. 2382, vr. Ila. ·
- Kelabazi, et-Taarruf, s. 78; ayrıca bk. Serrac, el-Luma’, s. 63; Ebü Abdurrahman Sülemi, Kitabü’ l-mukaddime fi’t-tasavvuf (Tercümesiyle birlikte nşr. Süleyman Ateş [Tasavvuftm Ana İlkeleri Süleminin Risaleleri]), Ankara 1981, s. 103.
- Sülemi, Kitabül mukaddime fi’t-tasavvuf, s. 104.
- Bk. Süleyman Uludağ, Bayezid-ı Bistami Ankara 1994, s. 132.
- Gazzali, İhya, III, 20.
- Kelabazi, et-Taarruf, s. 100.
- Kuşeyri, er-Risale, I, 245.
- Doç. Dr. Reşat ÖNGÖREN’İN BİR BİLGİ KAYNAGI OLARAK TASAVVUFTA KEŞFİN DEGERi İSİMLİ MAKALESİNDEN ALINTIDIR