Sözün Mesuliyeti
‘Duyduklarınız arasından en güzelini yazın. Yazdıklarınız arasından en güzelini belleyin, bellediklerinizin içinden en güzelini söyleyin.’ Yahya b. Halit el-Bermekî
Abbasî vezirlerinden Yahya el-Bermekî aklıyla, bilgeliğiyle şöhret yapmış İslam siyasî-edebî tarihinin seçkin isimlerindendir. Alıntıladığım sözü de, muhtemelen aile olarak yaşadığı acı siyasî tecrübelerin etkisiyle oğullarına yaptığı vasiyetin bir parçasıdır. Demek istiyor ki, yazmak, bellemek ve söylemek ulu orta işler değildir, mutlaka hassas bir eleme eşliğinde gerçekleştirilmelidir. En hassas olunması gereken de söylenen sözdür.
Bermekî böylece söze dair sorumluluğumuzu üç aşamaya yaymış oluyor: Süzmek, kaydetmek ve bellemek.
Süzmek, en çok bocaladığımız aşama ve nedense zihnimiz en iyiyi süzmek yerine aksi yönde işliyor; kıyısından köşesinden bulup sözün en olumsuz tarafını cımbızlıyoruz. Ayrıca doğruyu yanlıştan ayırt etmek gibi esaslı bir kaygıya yabancılaştığımızdan olacak, sözün doğruluk değerinden çok estetik değerine bakıyoruz. Sırf gönlümüzü okşadığı için içeriğini sorgulama gereği duymadığımız sözlerle donatıyoruz sayfalarımızı.
Sözü süzme konusunda yaşadığımız bir başka handikap, internetin dikkat dağıtıcı dizaynından kaynaklanıyor. Netteki aramalarda birebir ihtiyacımız olan bilgiyi bulmak, bulduğumuz bilgiyi süzgeçten geçirip posasını bırakmakta çok zorlanıyoruz. Bir konuyu araştırmak üzere internete girdiğimizde sayfalar arasında kayboluyor, zamanın nasıl geçtiğini fark edemiyoruz bile. Teknoloji ve iletişim araçları, bilgiye ulaşma yollarını kolaylaştırdığı oranda odaklanma ve hazmetme sürecini zorlaştırıyor. Sağdan soldan sarkan reklamlar, ilanlar, son dakika haberleri dikkatimizi dağıtıyor. Medyadaki atışmalar, sigorta borcu olanlara son fırsat, taşıt vergisi için son gün, basurdan şikayetçi olanlara müjde… vb. haberler arasında kendimizi bir anda karma karışık bir çarşının göbeğinde buluyoruz. Malını satmak için canhıraş bağıran tezgâhçıların arasında dolaşıyoruz adeta; gözümüz bir o tezgahta bir bu tezgahta, ayağımızın dibini göremeyecek kadar zeminle irtibatımız kesik.
Oysa ilimle-bilgiyle internetin kurgu ve dizaynı taban tabana zıt. İnternetin baş döndüren cümbüşüne karşın, bilgi kütüphaneler kadar sakin, kitaplar kadar dingin, tefekkür kadar derin bir arayış işidir.
Bunlar bir yana şimdi sözün ne sahibi var, ne muhatabı. Ne söyleyen arkasında duruyor, ne dinleyen üstüne alınıyor. Sözler ortaya söyleniyor, ilgili ilgisiz herkes başına üşüşüyor. Bir de okuyup anlamadan yorum yazanlar; ya göklere çıkaran ya da yerin dibine geçirenler var. Söz iyice ayağa düştü, yerli yersiz, mesnetli mesnetsiz, sırf görünmek, konuşulmak için yazıyoruz. Klavyedeki her bir tuşun bir mesuliyet olduğunun farkında değiliz.
Bir de sosyal medyanın içimizdeki zaaf noktalarını kışkırtıcı etkisi var ki, uzmanların şimdiye değin çoktan el attığı patolojik vaka olduğunda şüphe yok. Öyle bir etki ki bu, sokakta karşılaşsan hayâsı, tevazuu ve nezaketi karşısında kendini mahcup hissedeceğin kimseleri bile anlık internet canavarına dönüştürebiliyor.
Bermekî özetle sözü iki elekten geçirmeyi tavsiye ediyor: Kaydetmek ve bellemek. Kayda değer olmayan şeyleri belleme, bellemediğin şeyleri konuşma. Yarım yamalak bildiğin bir konuda konuşup kafa karıştıran değil, dinleyip öğrenen olmaya bak. Bu hem senin, hem muhataplarının selametinedir. Zira hayır, bilenin konuşmasında, bilmeyenin susmasındadır.
Büyük Arap dilbilimcisi Yunus b. Habib’in, ilimle iştigal eden biri hakkındaki menfi kanaatini dile getirirken kullandığı şu ifadeler de konumuz açısından oldukça manidar görünüyor: ‘Tam olarak denmeyeni duyar, tam olarak duymadığını beller, tam olarak bellemediğini kaydeder, tam olarak kaydetmediğini söyler/aktarır.’
Sözü dinleyip denmeyeni duyacak kadar muhayyilesine yenik düşmüş kimselerle karşılaşmak artık zor değil. Üstelik okuduğu yazıda dile getirilmeyen, yazarın kastıyla buluşmayan düşünceleri yazara mal edecek kadar da cüretli kimselerden söz ediyorum. Bunu bir de belleğine kazıyıp sağda solda dedikodu malzemesine dönüştürenleri düşünün.
Söz sorumluluğu babında son bir anekdot. Hasan-ı Basrî der ki, ‘akıllı kimsenin dili kalbinin/aklının ardında, cahil kimsenin ise kalbi/aklı dilinin ardındadır. Akıllı adam başına gelecekleri konuşmadan önce, cahil adam konuştuktan sonra düşünür.’
Sözünden esirgeyen özünden esirger
Bir arabî kendisine “beyanın afeti nedir?” diye soran kimseye “kesret-i ihtiraz” diye cevap vermiş.
Kadim Arap edebiyatında sıkça karşılaşılan bu kabil saf, tabiî ve özellikle öğretim dışı söylenmiş hikmetli sözler beni çok etkiler. Türk edebiyatında da buna benzer hikmetli sözler çok. Doğrusu kadim insanlar, aralarındaki derin kültürel farklılıklara rağmen küresel kültürün tek tipleştirdiği modern insana göre daha fazla “ortak bir iç duyuşa” sahipti.
Kesret-i ihtiraz, çokça sakınmak demek. Buradaki bağlama göre sözü fazla sakınmak, lafı gereğinden fazla esirgemek diye anlayabiliriz. Onu kırmayayım, bunu incitmeyeyim telaşıyla sakına sakına konuşmak. Tabir-i diğerle halkın hatırını, hakkın hatırından üstün tutmak…
Bir yerde rahat konuşamıyorsanız, orada size “kendiniz” olduğunuz için değil, “kendilerinden biri” olduğunuz için yer açıyorlar demektir.
Kendi olmayan biri, kendini ifade edemez. Gözü sürekli kendisini, kendilerinden biri kabul eden zevatın üzerindedir. Dilinin ayarı onların mimiklerine endekslidir. Çevresinden edindiği hissiyata göre konuşur. Duruma göre sözünün başına “sanki”; sonuna, “gibi”, “ama”, “tabi bu şu demek değil”, “sizi tenzih ederim efendim” gibi yer yer yumuşatıcı, yer yer anlamı buharlaştırıcı ekler, izahlar getirir.
Akıbet ne başta söylediği doğrunun bir anlamı kalır, ne sondaki eklerin inandırıcılığı.
Hazin ki birilerine adanan kimse, ne kendi olabilir, ne adandığı birileri gibi olabilir. Kendisiyle başkası arasında sıkışıp kalır, beyne beyne, flu bir kişilik olarak geçip gider.
Abdülaziz Bayındır’ın cevabı
Takip edenler bilir, Bayındır’ın, ‘Allah insanların ne yapacağını bilmez’ iddiasını bu köşede iki yazıyla eleştirmiştim. Bayındır adımı vermeden bu iki yazıya cevap niteliğinde bir konuşma yapmış. Youtube’da video kaydı bulunuyor. Konuşmada yazımda yer alan eleştiri, iddia ve argümanlara karşı kayda değer bir itiraz göremedim. Zaten konuşmanın yarısından çoğu yazdıklarımla alakalı değil. Benimle alakalı iki husus var, onlara burada kısaca temas etmek istiyorum.
Birincisi Bayındır’ın ısrarla sözü ilgili ayetlerdeki ‘lemmâ ya’lem’ fiilinin kipine getirmesi. Oysa mesele fiilin kipiyle değil, köküyle alakalı. İlim lafzı ‘müşahede ederek bilmek’ anlamına gelebilir mi, bunu konuşuyoruz. Kendisi de ilgili yazıda ileri sürdüğüm ayetlere nazaran ‘müşahede ederek bilmek’ şeklinde bir anlamı kabul ediyor, ama konumuzla ilgili ayete yansıtmıyor.
İkincisi, yazımda misalen geçen ‘haber yoluyla bilmek’ sözüne takılmış Bayındır. ‘Allah kimden haber alacak ki?’ diyerek sözümona bana cevap veriyor. Oysa haber yoluyla bilmek sadece diğer ayetlerdeki durumu açıklayan bir misaldi ve referansı belirleyen bir önemi haiz değildi. Sözü misale dolayarak konuyu çarpıtmanın tartışmaya hiçbir yararı yok. Allah’ın birinden haber alması gerekmiyor elbette. Allah bizim ne yapacağımızı ezelde –birinden haber almadan- gayben biliyordu, biz yapıp ettikten sonra da müşahedeyle biliyor.
Bayındır’ın, ‘henüz bilmeden’ diye meallendirdiği fiili, yazıda belirttiğim ayetlere dayanarak ‘henüz müşahedeyle bilmeden’ şeklinde meallendiriyorum ve Bayındır’ın çıkardığı sonuç da çıkmıyor. O ki cevap veriyor, Bayındır’dan yaklaşık bir saatlik konuşmasında tartışmanın düğümlendiği bu noktaya temas etmesini beklerdim.
[toggle title=”Yazar” state=”open” ]Talha Hakan Alp ebulbeka@gmail.com[/toggle]