Ramazan SevinciTüm YazılarYazi Atlasi

Oruç, Takva İlişkisi

Ramazan ayında, akıllı, mukim, baliğ ve oruca engel olan hastalıklardan uzak kalan her Müslüman oruç tutmak zorundadır.[1] Ramazan hilalinin gözetlenmesi, ilgili siyasi birimlere haber verilmesi gibi Resulullah (s.a.v.)’in sözleri ve uygulamaları varsa da bunları inkâr ederek mü’minleri yönetim bilincinden mahrum etmek yerine hikmetlerini araştırmak ayrı bir çalışmanın konusudur. Ayrıca şu hadisi ve değişik türlerini de bilelim ve sünnetin bağlayıcılığını zihnimizden çıkarmayalım: “Ramazan hilalini görmeden oruç tutmayınız ve Şevval hilalini görmeden de bayram etmeyiniz. Şayet hava bulutlu olursa ramazan orucunu otuza tamamlayınız.”[2] Günümüzde hesabın bağlayıcı olduğunu söyleyip hilalin gözetlenmesini reddedenler; şahitlik, tezkiye, ihbar, siyasi yetkililere(halife veya naibi) bildirme, ilan vb. konuları göz ardı etmektedirler. Olayı sadece hesabın sonucunun bilimselliğine indirgeyip oradan hüküm üretmek ve diğer illetleri görmemek doğru bir yaklaşım değildir. Hilal gözetlemenin kurumsal hâle getirilmesi İslâm toplumuna giden en belirleyici yollardan biridir. Bu durumun farkında olan seküler kesim, Müslümanları hesaba karşı göstererek söylemlerinden vazgeçirmeye zorlarken, bazı Müslümanlarda hesaba karşı olmadıklarını ispat sadedinde kompleksli bir yol tutmaktadırlar. Netice de ise Müslümanlar hedeften uzaklaştırılmaktadırlar. Bize göre hesabı önceleyen anlayış ramazan ayını ve orucu alabildiğince bireyselleştirir. Orucun farz kılınmasındaki ve toplu ifasındaki hikmetlerin hiçbirisi gerçekleşmez.

Oruçla ilgili klasik anlamdaki bildiklerimizin çok önemli iki yanı ve hikmeti vardır: Birincisi; oruç mü’minlere farz kılınmış bir ibadettir. İkincisi de oruç; “takva” bilincini Müslümanlarda ortaya çıkarıp onlarda takvalı bir karakter oluşturmak için emredilmiştir. “Mü’minlere farz kılınmıştır”dan amaç, oruç ibadetinin Allah (c.c.) katında geçerli olmasının şartı, iman alt yapısının sağlam, bütüncül ve yüzdesiz olmasıdır. Çünkü oruç, nihayetinde salih bir ameldir. Kur’an-ı Kerim, tüm salih amellerin geçerliliğini imanın içeriğinin kesinliğine, bütünlüğüne ve kesintisizliğine bağlamıştır. Böyle sahih bir imanı test etmenin yolu ise, inanç alanımızı, Kur’an’ın ortaya koyduklarının karşısında resmini çıkarmakla mümkün olur. Eğer imanımıza ideolojik virüsler girmiş veya ondan bir şeyler alıp götürmek suretiyle imanın genişlik alanını Allah’tan başka sözde tanrılara bırakmışsak, böyle bir imanın bize hiçbir faydası olmayacaktır.[3] Bu konuyu bir defa daha açıklamaktan amaç; birilerinin yaptığı salih amellere engel olmak değil, bilakis, inançlarını sağlam zemine oturtmak suretiyle yaptıklarından dünyada ve ahirette faydalanabilecek hale getirmektir.

Oruç ibadetinin farz kılınmasındaki ikinci amaç ise; mü’min kişilerde takva duygusu oluşturmak, sonrada bu duyguyu onlarda meleke haline dönüştürmektir. Aslında “savmın/orucun” tanımlarında bile takvanın hedeflendiği hemen kendini gösterir. Bu bağlamda takva kavramını iyi anlayalım. Takva kelimesi Kur’an-ı Kerim’de türevleriyle beraber 258 defa geçmektedir. Bunlardan 71 defasında emir kipi kullanılırken, “takva” biçimindeki kalıp ise 17 ayette ele alınmıştır. Ayrıca takvanın anlam alanına giren “huşu” kavramı 17, “haşyet” 48, “havf” da 13 ayette geçmiştir. Eğer “ihsan” kavramını takva ile ilişkilendirirsek, ona da Kur’an’da 194 kez değinilmiştir. Takvanın müteradifi “Birr”e 19 defa vurgu yapılmıştır. Allah’a itaatin neticesinde kalbe yerleşen güzel davranışlar; farzlar, hadler, emirlerle amel etmek[4] ve sahibini cennete götüren tüm hayır fiilleri[5] birr diye tanımlarsak; birr’in de takva ile eş anlamlı olduğu sonucuna varabiliriz.

Takva kavramıyla alakalı onlarca tarif yapılmıştır. Bu tarifler, tanımı yapan kimsenin ruh halini, ameli durumunu, ilmini, referanslarını, bilinç düzeyini ve algısını yansıtır. Böyle bir alana girmeden önce Kur’an-ı Kerim’in takva tanımlamasına bakmak gerekir. Yüce Allah, takvayı şu ayette bütün boyutlarıyla tanımlamıştır: “لَّيْسَ الْبِرَّ أَن تُوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّآئِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُواْ وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاء والضَّرَّاء وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ” “İyilik (Birr), yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz (den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin, mala olan sevgilerine rağmen, onu akrabalara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar doğru olanlardır. İşte bunlar, muttakilerin ta kendileridir.”[6] Bu ayete göre takvanın itikat, ibadet, muamelat ve ahlak şeklinde dört boyutu vardır. İlk boyutunda imanın varlığı ve alanı, itikadi açıdan kemale ulaşmayan bir kimsede takvanın olamayacağına yapılan vurgudur. Hâl böyleyken, zihnen kirli, ideolojik hastalıklarla malul, yaşadığı siyasanın kültürüyle içselleşmiş ama ritüel alanda bazı şeyleri alışkanlık haline getirmiş kimseleri muttaki diye isimlendirmek yanlıştır. Yasaklanandan uzaklaşmak ve ilahi emirlere uymak diye bildiğimiz takva; küfre, şirke, nifaka, zulme, fıska, kebireye, her türlü fuhşiyata karşı savunma ve korunmadır.[7] Takva; iki şey arasındaki engeldir. Kişinin, kendisi ile kastettiği şey arasına koymuş olduğu maniadır.[8] İnsanı günaha düşürecek davranışların tamamından korunma ve bu uğurda gerekirse bazı mubahları bile terk etmektir.[9] Yukarıda arz ettiğimiz gibi, takvanın karşı tarafına koyduklarımız önemlidir. Eğer karşı tarafta küfür, şirk, nifak, bidat, irtidat, ideolojik yapılar, şeytan ve içine düşülen günahlar, ahlaki çarpıklıklar varsa, bütün bu hastalıklarla insan arasına konan engeller takvadır. Bu kavrayış, zihni uyanıklık/murakabe ve imanın gönle yüklediği basiretle üst seviyeye taşınabilir. Eğer manevi körlük varsa, hedefler küçültülür ve sonunda çok dar anlamlı bir takva tanımına ulaşılır. Bu da kavramın eksik ve yanlış anlaşılmasına vesile olur.

[1] Taberî, a.g.e., c. II, s. 154; İbni Kesir, a.g.e., c. I, s. 203.

[2] Nesai, Sıyam, Had. no: 11, c. IV, s. 134.

[3] Bkz. İlgili ayetler: Maide, 5; A’raf, 147; Tevbe, 17-19, 53, 54; İbrahim, 18; Nahl, 97; Zümer, 65.

[4] Taberi, Camiu’l-Beyan, c.II, s.99.

[5] Bagavi, Tefsir (Muhtasar), s.219.

[6] Bakara 2/177.

[7] Bagavi, Tefsir, s.219.

[8] Hazin, Lubabu’t-Te’vil, c.I, s.23.

[9] İsfehani, Müfredat, s.881.

MEHMET SÜRMELİ

admin

Soru ve görüşleiriniz için İrtibat: fikiratlasi1@gmail.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.