Nefsi Oruçla Terbiye Etmek
Oruç, insanın mânevî yönünü güçlendiren büyük bir ibadettir. Oruçla insan, meleklerin bile gıpta edeceği farklı bir iklîme girer. Oruç kesafetten letafete, şehvetten ruhaniyete, kesretten vahdete ermeyi sağlayan bir ibadettir. Maddi hastalıklarımız için perhiz olduğu gibi manevî hastalıklarımız için de arınma fırsatıdır. Bu anlamda Peygamber Efendimiz, oruç tutmakla sıhhat bulacağımızı beyan etmiştir. 1877 yılında Amerika’da “oruçla” tedavi usulüne başlayan ve bu başarısını bütün dünyaya ispat eden Dr. Edward Dyun, “Oruç Tedavisiyle” ilgili kaleme aldığı kitabında şunları söylemektedir: “Bu kitap, ilaçlarla tedavi eden bir doktorun hayat tecrübeleri esasıyla yazılmıştır. Ben bütün ilaçların insan sağlığına tamamen faydasız olduğuna emin olduktan sonra, nihayet –oruçla- tedaviyi iyice denedim ve kesin olarak söyleyebilirim ki, bütün hastalıkları, insanın yaratılışına tam uygun fıtri bir tedavi usulü olan –oruç-la kolaylıkla tedavi etmek mümkündür.”[1]
İnsanı ayakta tutan sadece maddesel gıdalar değildir. Dünyevî gıdaların yanında sonsuzluk gıdasıyla da beslenirse insan, sağlıklı yaşamayı öğrenir. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî de orucun ne denli bir sonsuzluk gıdası olduğunu şu şekilde dile getirmiştir: “İnsanın asıl gıdası Allah’ın nurudur. Ona aşırı ten gıdası vermek lâyık değildir. İnsanın asıl gıdası, ilâhî aşk ve akıldır. İnsan, asıl rûhânî gıdasını unuttuğu ve ten gıdasına düştüğü için huzursuzdur. Doymak bilmez. İhtirasından yüzü sararmış, ayakları titremekte, kalbi telaşla çarpmaktadır. Nerede yeryüzü gıdası, nerede sonsuzluğun gıdası? Allah şehitler için, ‘Rızıklandılar’ diye buyurdu. O manevî gıda için ne ağız ne de ceset vardır.”[2]
Oruç, nefsânî isteklerin zayıflaması nispetinde, kulun günahlara düşmesine de mânî olur. Nefsin arzularının peşine düşüldükçe, nefis daha fazlasını istemektedir. Nefsin ağzına gem vurmadan nefsin hizaya gelmesi mümkün değildir. Nefsin öldürülmesi ve Allah’ın nimetlerinden mahrum bırakılması uygun değildir ama nefsin arzuları peşinde ömür tüketmek de en büyük felakettir. Nefsi hizaya getirmenin, terbiye etmenin, nefsi zayıflatmanın yolu açlıktır. Bu anlamda oruç, en büyük riyazattır. Nefsi kontrol altına alıp rûhu cilâlamada, oruç riyazetinden daha tesirli bir yol yoktur. Ebû Umâme (r.a.), Peygamber Efendimize; “Bana öyle bir amel tavsiye et ki, Allah Teâlâ onunla beni mükâfatlandırsın” dediğinde, Peygamber Efendimiz; “ Sana orucu tavsiye ederim, zira onun bir misli yoktur” buyurmuştur.[3] Bedenin zekâtını oruç olarak niteleyen Peygamber Efendimiz, zekâtın malı temizlemesi gibi orucun da bünyeyi takviye edip sağlamlaştırdığından bahsetmektedir.
Oruç, Rabbimizin en fazla hoşlandığı bir ibadettir. Oruçlunun ağız kokusu Hakk’a misk kokusundan daha hoş gelmektedir. Oruçlunun duası makbul duadır. Oruçla cehennem kapıları kapanıp cennet kapıları açılmaktadır. Oruçla şeytanlar bağlanmakta ve Ramazan ayı rahmet iklimine dönüşmektedir. Bu minvalde Peygamber Efendimiz hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
“Ademoğlunun her ameli katlanır. Hayır ameller, en az on misliyle yazılır. Bu, yedi yüz misline kadar çıkar. Allâh Teâlâ hazretleri şöyle buyurmuştur: ‘Oruç, bu kaideden hariçtir. Çünkü o, sırf Benim içindir, Ben de onu (dilediğim gibi) mukafatlandıracağım. Kulum Benim için şehvetini, yemesini ve içmesini terk etti.’ Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri, iftar vaktindeki, diğeri de Rabbine kavuştuğu andaki sevincidir. Oruçlunun ağzından çıkan koku, Allâh indinde misk kokusundan daha hoştur.”[4]
Oruçla mükâşefe haline kavuştuklarından bahseden sûfîlerin tüm arzusu oruçluyken vefat edebilmektir. Oruçluyken ölme arzusu, sûfinin dinmeyen ıstırabına derman olmaktadır.[5] Ramazan orucunu tutmak için tüm Müslümanlar gibi sûfîler de hilâlin görülmesine ehemmiyet vermektedirler. Ancak onlar Ramazanı ru’yet-i hilalin ötesinde Hakk’ın müşahedesi olarak görürler. Hakk’ı müşahede eden sûfîler oruçluyken mahlukatın görülmesine müsaade etmezler. Müşahede ehlinin bu orucuna, Allah ile oruç tutma hali denmektedir. Avamın tuttuğu oruç ise nefisle tutulan oruç olarak kabul edilmektedir. Tüm yaratılmışlara yönelik meyli kalblerinden uzaklaştıran sûfîlerin bu boyutta gerçekleşen ibadetlerine kalb ile tutulan oruç adı verilmektedir. Nefsiyle oruç tutanlara “selsebil ve zencebil” şarabı içirileceği gibi, kalbiyle oruç tutana rıza nimetiyle birlikte muhabbet şarabı içirilmektedir.[6]
Orucun boyutlarına dikkat çeken İbrahim Hakkı Erzurumî, midenin orucunu yeme ve içmeden uzak durmak, dilin orucunu lüzumsuz konuşmadan uzak durmak, kalbin orucunu fikir, hayal ve kuruntulardan uzak durmak olarak nitelemektedir. Allah’ın gayrından arınan, Allah’ın sevgisiyle dolan gönül, Hakk’ı bulup halkı yitirir. Beden, duyu organlarıyla görünen, kalp de görünmeyen âlemi idrak eder.[7]
Oruç, Peygamber Efendimizin en çok devam ettiği amellerden biridir. O, yazın en şiddetli günlerinde dahî oruç tutardı. Hatta savaş ânında bile, çoğu zaman oruçlu olurdu. Hele bazen harp öyle şiddetlenirdi ve öyle zor günler olurdu ki, kimse oruç tutmaya mecal bulamazdı. Bunlardan birinde, kendisi ile berâber Abdullah bin Revâha’dan başka oruç tutan kimse kalmamıştı.[8] O, oruç için “İnsanı günâha karşı koruyan bir kalkandır.”[9] buyurur ve bu kalkanın en sağlamını da her zaman kendisi kullanırdı.
Oruç, sahibini takvaya ulaştıran bir ibadettir. İnsan, bu takva sayesinde cehennem ateşinden korunmuş ve cennete yaklaşmış olur. Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Allah rızası için bir gün oruç tutan kimseyi Allah Teâlâ, bu bir günlük oruç sebebiyle cehennem ateşinden yetmiş yıl uzak tutar.”[10]
Ebu’l-Abbas es-Sebtî (ö.601/1205)’ye göre oruç tutmanın hikmeti, açlık hissini duyabilmektir. Aç kaldığımız zaman açların halini hatırlayabilmekteyiz. Açlık hissinin ne kadar yakıcı bir ateş olduğunu anlayınca tasaddukta bulunmaya meyledebilmekteyiz. Oruç tuttuğumuz halde açlara acımazsak orucun hikmetlerini gerçekleştirememiş oluruz.[11]
Oruç sayesinde aç kalan bir mümin, fakir ve fukaranın hâlini daha iyi anlayarak, onlara karşı merhamet duyguları kabarır ve cömertliği artar. Midesi boş olan kimse ulvî duyguları, tok olana göre daha derinden yaşar ve daha iyi tadar. Bu sâyede mânevî akışları daha iyi yakalar ve tefekkür gücü artar. Acziyetinin ve kulluğunun idrâkine varan oruçlunun, nihayette kötü hasletlere olan meyli azalır ve iyi hasletlerle bezenir. Mevlâna hazretleri orucun rûha sıhhat bahşedip güçlendirdiğini ve nefsi zayıflattığını söyleyerek şöyle demektedir:
“Dervişlerin bu riyâzâtları ne içindir? Çünkü bedene gelen eziyetler, sıkıntılar, rûhların sağlığını temin eder. Bir Hak yolcusu riyâzatta rûhun bekâsını, ölümsüzlüğünü bulmasa, fazla oruç tutmak, fazla yorucu ibadetlerde bulunmak sûretiyle bedenini hırpalar, hasta eder mi idi?”[12]
Tutulan orucun bu neticeleri verebilmesi, onun sırf Allâh rızâsı için tutulmasına bağlı olduğu gibi, Peygamber Efendimizin tarif ettiği şekilde eda edilmesine de bağlıdır. Allâh Resûlü, oruçlunun kötü söz ve fiillerden uzak, vakâr ve nezâket sâhibi, merhametli bir kimse olmasını istemektedir. Nitekim hadîs-i şerîflerinde;
“Kim yalanı ve onunla iş yapmayı terk etmezse, Allah’ın o kimsenin yemesini ve içmesini bırakmasına ihtiyâcı yoktur.”[13]
“Hiçbiriniz, oruçlu olduğu gün çirkin söz söylemesin ve kimse ile çekişmesin. Eğer biri kendisine söver veya çatarsa ‘Ben oruçluyum!’ desin.” buyurmaktadır.[14]
Peygamber Efendimizin, her hareketinde olduğu gibi, orucunda da itidalli davrandığı ve ashabına da bunu tavsiye ettiği görülmektedir. Her şeyi terk edip sadece namaz ve oruçla meşgul olan ashabını uyarmış ve kendisini örnek almalarını tavsiye etmiştir. Peygamber Efendimiz, iftar etmeden, bir günün orucunu öbür günün orucuna eklemeyi (savm-ı visâli) de yasaklamıştır. Ashâb, “Ey Allah’ın Resulü! Fakat siz savm-ı visâl tutuyorsunuz?” dediklerinde Efendimiz onlara; “Şüphesiz ben sizin gibi değilim. Ben, yedirilip içirilmekteyim” buyurmuştur.[15]
Hucvîrî’nin beyanına göre insanın nefsi itiyat ve alışkanlığa meyyaldir, itiyat ve alışkanlıkla ülfet eder. Nefis bir şeye alıştı mı, itiyat onun tabiatı hâline gelir. Tabiat olunca da hicab ve perde hâline gelmiş olur. Bundan dolayıdır ki, Peygamber Efendimiz, “En iyi oruç, kardeşim Davud (s.) in orucudur”, buyurmuştur. “Bu nasıldı” sorusuna da “O bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı”, buyurmuşlardır. Savm-ı Davudla oruç, nefsin âdeti ve alışkanlığı hâline gelmemiş ve kendisi ile Hak arasında bir hicap ve perde olmamıştır.[16]
İtidalin muhafaza edilemediği zaman, ifrat ve tefritler baş gösterir. Aşırıya kaçan kimse, bir müddet sonra yorulur ve yapılması gereken asgarî seviyeyi dahi korumakta güçlük çeker. İbadetler konusunda da devası en zor olan dert, yorgunluk ve bıkkınlıktır. Nefis, bir ibadetten usandığında, artık bir daha huşû hâlini yakalayamaz ve yapılan fiiller, ibadet olmaktan çıkar. Peygamber Efendimiz, “Her şeyin bir zindelik hâli vardır, her zindeliğin de bir gevşeklik ve usanma hâli vardır…”[17] hadîsiyle bu mânâyı kastetmiştir. Allah Teâlâ, insanların fıtratlarını bildiği için her ibadeti, aynen hastaya verilen ilaç gibi ne az ne çok, tam ölçüsünde takdir buyurmuştur.
İbadetlerde itidâl üzere hareket etmenin gerekliliğini anlatan bir hadise, Bâhilî (r.a.)’ın başından geçmiştir. Bâhilî bir gün Peygamber Efendimize gelip; “Ey Allâh’ın Resûlü! Beni tanıdınız mı?” dedi. Peygamberimiz; “ Sen kimsin?” (tanıyamadım)” buyurdu. O; “Bir sene önce size gelmiş olan Bâhilî’yim” dedi. Efendimiz, “Seni böylesine değiştiren nedir? Halbuki daha önce gayet iyi görünüyordun!” buyurdu. Bâhilî, “Senden ayrıldığım günden beri bütün günlerimi oruçlu geçirdim” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “ Kendine işkence etmişsin! Sabır ayı (Ramazan)ı bütünüyle, diğer aylardan da birer günü oruçlu geçir” buyurdu. Bâhilî, “Bu sayıyı artırınız. Zîrâ benim gücüm bundan fazlasına yeter” dedi. Peygamber Efendimiz; “ O halde her aydan iki gün oruç tut!” buyurdu. O, “Daha artırınız” dedi. Peygamber Efendimiz, “Peki her aydan üç gün!” buyurdu. Bâhilî, “Biraz daha artırınız” dedi. Peygamber Efendimiz, “Harâm aylarında (Receb, Zilkâde, Zilhicce ve Muharrem) üç gün oruç tut, bırak; üç gün oruç tut, bırak; üç gün oruç tut, bırak!” buyurdu ve üç parmağını birleştirip bırakmak suretiyle de fiilen gösterdi.[18]
Enes b. Malik (r.a.)’ın anlattığına göre, Peygamber Efendimiz duruma uygun olarak hareket eder; bâzı aylarda fazla oruç tutmaz, ashabı o ayda hiç oruç tutmayacak zannederdi. Bazı aylarda da çok oruç tutar ve sanki bütün ayı oruçlu geçireceği izlenimini verirdi.[19] Bununla birlikte Peygamber Efendimizin, üst üste bir kaç ay oruç tutarak aşırıya gittiği hiç olmamıştır. Nitekim Ümmü Selleme validemizin bildirdiğine göre, Peygamber Efendimizin Şaban ve Ramazan ayları dışında peşi peşine iki ay oruç tuttukları vaki değildir.[20] Bu da her zaman değil, bazı senelerde vukû bulmuştur.
Peygamber Efendimiz, oruç tutan kimselerin iftarda acele etmelerini ister ve “Oruç açmakta acele ettikleri sürece Müslümanlar, hayır üzere yaşarlar”[21] buyururdu. Bir gün Mesruk (r.a.) Hz. Âişe annemize, “Muhammed (s.a.v.)’in ashâbından iki kişi var. İkisi de hayırdan geri kalmıyorlar. Ancak bunlardan biri akşam namazını kılmakta ve oruç açmakta acele ediyor, diğeri ise hem akşam namazını hem iftarı geciktiriyor” dedi. Hz. Âişe, “Akşam namazını kılmakta ve oruç açmakta acele eden kimdir?” diye sordu. Mesruk, “(İbn-i Mes’ûd’u kasdederek) Abdullâh’tır” cevâbını verdi. Bunun üzerine o, “Rasûl-i Ekrem Efendimiz de öyle yapardı” dedi.[22]
[1] Fatma Aladağ, “Göklerden Gelen Terapi”, Aylık Kadın ve Aile Dergisi Şebnem Dergisi, Sayı: 78, Ağustos 2011, s. 11.
[2] Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, trc. Şefik Can, Ötüken Yayınları, İstanbul 2001, c. I, beyit no: 1083-84;Osman Nuri Topbaş, İmândan İhsâna Tasavvuf, Erkam Yayınları, İstanbul 2002, s. 142.
[3] Nesâî, Sıyâm, 43.
[4] Müslim, Sıyâm, 164.
[5] Annemarie Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, çev. Ergun Kocabıyık, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1999, s. 123.
[6] Abdülkerim el-Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, thk. İbrahim Besyûnî, el-Hey’etü’l-Mısriyyetü’l-Âmme, Kahire 2000, c. I, s. 153; Yüksel Göztepe, Abdülkerim Kuşeyrî’de Hâller ve Makamlar, Doktora Tezi, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2006, s. 121.
[7] Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetname, sad. Turgut Ulusoy, Elif Ofset, 4. Baskı, İstanbul 1978, s. 79.
[8] Müslim, Sıyâm, 108-109.
[9] Buhârî, Savm, 2; Tirmizi, Deavât, 86.
[10] Buhârî, Cihâd, 36.
[11] Yusuf b. Yahya b. İsa İbnu’z-Ziyât, et-Teşevvuf ilâ ricâli’-tasavvuf ve ehbâri Ebi’l-Abbas es-Sebtî, thk. Ahmed et-Tevfik, Kulliyetu’l-Adab ve’l-Ulumi’l-İnsaniyye, Rabat 1984, s. 452.
[12] Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, trc. Şefik Can, Ötüken Yayınları, İstanbul 2001, beyit no: 3349-50.
[13] Buhârî, Savm, 8.
[14] Buhârî, Savm, 9.
[15] Buhârî, Savm, 48.
[16] Ali b. Osman Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb (Hakikat Bilgisi), haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, II. Baskı, İstanbul 1996, s. 133.
[17] Tirmizî, Kıyâme, 21.
[18] Ebû Dâvud, Savm, 55.
[19] Buhârî, Savm, 53.
[20] Tirmizî, Savm, 37.
[21] Buhârî, Savm, 45.
[22] Müslim, Sıyâm, 49-50.
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE / Gaziosmanpaşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.