NEFİSLE CİHÂDIN EHEMMİYETİ
İslâm’a göre insan yapısında bulunan kötülüklerin kaynağı, günaha temayülün ve dünyaya ait isteklerin odak noktası, hevâ ve hevesin adresi nefistir.Çünkü nefis, “alabildiğine kötülüğü emreden [2] ve kişiyi günaha yöneltmek için fısıltılar hâlinde sürekli telkinde bulunan[3] bir güçtür. O, insanı daima kötülüğe sürükler. Kulağa vesvese verir,[4] isteklere ve kötü arzulara meyleder. İnsanın onu yenmesi,[5] sabırlı olması[6] ve açgözlülüğünden korunması lâzımdır.[7] Nefisle mücadele cihadın en büyüğüdür.[8] Kur’ân-ı Kerîm’de nefsini tezkiye edenin veya nefsini Allah’ın tezkiye ettiği kişinin felâha ulaşacağı bildirilmiştir.[9]
Peygamber Efendimiz’in (sav) peygamberlikten önceki yaşamı, gayet sessiz, buna karşılık alabildiğine çetin ve kesintisiz bir nefis mücadelesi ve hatta nefis hesaplaşması safhasıdır. Bu hesaplaşma safhasında umut ve korku yan yana, iç içedir. Bu safhada azmi bileyen ve umutsuzluğun tüm sızma yollarını tıkayan büyük bir hamle emeli vardı. Cüneyd-i Bağdâdî’nin tasavvufu tarif ederken dediği gibi; Peygamberimiz’in hayatının bu dönemi nefsine karşı uzlaşmasız bir çatışma devresidir.[10]
Aslında nefis, insanın benliğidir; kendi keyif, zevk ve menfaatini düşünür. Bu yüzden başkaları ile hasım olur zıtlaşır, çekişir. Bencildir, sorumsuzdur, ölçü ve sınır istemez, işin akıbetini düşünmez. O sebepten kötülüklere akıp gider. Tembel, istismarcı, beleşçi, kibirli, kendini beğenmiş, huysuz, hasetçi, öfkeli, kindar, zalim, vefasız, sabırsız, nankör… vs.dir. Ondan bu haliyle insanlığa hayır gelmez, hevâ-yı nefse uyan iflâh olmaz, başarı kazanamaz, iki cihanda hüsrana uğrar. Nefsin varlığı gerekli, istekleri doğal, ama takip ve kontrolü, eğitilmesi ve kötü eğilimlerinden temizlenmesi şarttır. İslâm, nefsin meşru arzu ve isteklerini, meşru yollarla karşılamayı emreder, ama aşırı isteklerinin, hevâ ve heveslerinin şiddetle karşısına çıkar. İnsanın en büyük düşmanı olan nefs-i emmareyi yenmek, onun şiddetli hevâ ve heveslerine, köklü hırs ve arzularına karşı çıkabilmek, iradeyi kuvvetlendirmek; davranış, hareket ve faaliyetlerde aklı, mantığı, ilmi, irfanı, vicdanı, ahlâkı, edebi hâkim kılabilmek ise, uzun, ciddi, etkili bir tasavvuf terbiyesiyle mümkün olabilir. O nedenle, nefs-i emmâre, ıslahı kabil, eğitimi mümkün bir varlıktır. Dinî ve tasavvufî talim ve terbiye ile değişir, gelişir, olgunlaşır, melekleşir.
Kul ile Allah arasındaki perdelerin en büyüğü nefis olduğuna göre,[11] nefsin ayıplarını bilmek, arz ve semayı keşiften hayırlıdır. “Kişinin noksanını bilmesi gibi büyük irfanı olmaz.” sözü bir hakikattir. Yer ve göklerin keşfi seyr-i mahzdır ama nefsi ıslah etmeden ufuk turu yapmanın anlamı yoktur.[12]
“Bu yolda size kim kılavuzluk etti?” diye sorulduğunda İmam Şiblî, bir köpek cevabını vermiş ve şu açıklamayı yapmıştır:
“Bir köpek. Onu bir gün, bir su kıyısında susuzluktan neredeyse ölmüş bir halde iken gördüm. Su içmek için suya eğilince, sudaki aksini görüyor, korkup geri çekiliyordu, onun başka bir köpek olduğunu sanıyordu. Sonunda susuzluğu öyle bir noktaya geldi ki korkusunu bir kenara itip suya daldı; ‘öteki köpek’ kaybolmuştu. Köpek, kendisi ile arzusu arasındaki engelin yine kendisi olduğunu ve artık yok olduğunu gördü. Benim engelim de, kendi benim olarak aldığım şeyin, aslında kendi engelim olduğunu öğrendiğimde ortadan kalktı. Benim yolum bana bir köpeğin davranışı ile gösterildi.[13]
Auschwitz ve diğer Nazi esir kamplarında üç yıl kalan Dr. Frankl, bu süre içinde aile fertlerinden çoğunu kaybeder, karısı çoğu öldürülür. “İnsanın Anlam Arayışı” adlı eseri bu esir kamplarındaki yaşamıyla ilgilidir. O, insanoğlunun hiç görülmemiş zorluklarla dolu anları içsel güç ve mânevî inanç ile aşabileceğini kanıtlamıştır. Bu gerçeği o şu tespitleri ile ifade etmektedir:
“Esir kamplarındaki yaşamda, fiziksel ve zihinsel bütün ilkelliğine rağmen, mânevî yönden derinlik kazanmak mümkündür. Yoğun entelektüel yaşama alışmış hassas insanlar çok acı çekebilirler, (bu insanlar genellikle hassas bünyelidirler), fakat bunun iç dünyalarındaki tesiri daha az olur. Onlar, çevrelerini saran bütün olumsuzlukların arasından, yaşama, zengin ve rahat bir içsel dünya ile katılabilme yeteneğine sahiptirler.”[14]
Padişahın avcısı doğan avlayınca, önce onun gözünü, sonra ayaklarını bağlar. Doğanın nefsi körelsin, vahşiliği kalmasın ve avcıya alışsın diye gündüzleri aç ve susuz, geceleri uyanık tutar. Avcıya alışıp evcilleşince, avcı ona avlamayı öğretir. Avlamayı öğrenince, padişahın huzuruna götürür. Doğan padişahın yanına gelip eline konar. Buradan avcının maksadının, doğanın gözünü ve ayaklarını bağlamak, onu aç, susuz ve uykusuz bırakmak olmadığı, avcının ona avlamayı öğretebilmesi olduğu anlaşılır. Yine avcının maksadı; doğanın öğrenmesi değil, avlamak, avlamak vasıtasıyla padişaha yaklaşmaktır. Aynı şekilde, mürşidi kâmil de önce saliki avlar. Avlayınca gözünü bağlar, yani karanlık odayla; dilini bağlar, halvet ve uzletle; günlerce aç ve susuz bırakır, geceleri uyanık tutar, böylece salikin nefsi körelir. Hayvânî ve şeytanî kuvveti azalır. Daha sonra avlamayı öğretir. Salikin avı, ilim, marifet, muhabbet, müşahede ve muayenedir. Avlamayı öğrenince padişahın huzuruna gelip ona yakın olur. Padişaha yakın olunca kurtulur ve kurtulanlar zümresine girer.[15]
Nefse karşı dikkatli, nefsin arzularına karşı temkinli davranmak zorundayız. Bir gönül erinin ifadesiyle nefsi kendi elinde kar gibi erimeyenin elinde din, kar gibi erir.[16] İbn Atâ ise nefsini doludizgin salıverenleri nefsin şer ve kötü işlerde ortak ettiğinden bahseder.[17] Nefsine karşı uyanık olmayan, nefsinin arzularını reddetmeyen ve nefsânî isteklerinin peşinde koşanlar nefsin ağına düşmüşlerdir. Nefsânî arzularla tatmin olanlar kalbine pişmanlık ağacını dikmiş olurlar.[18] İnsanın en büyük hapishanesi nefsidir. O hapishaneden çıkan kişi ebedi rahata girecektir.[19]
Herhangi bir işe nefsânî bir maksat ve arzu karışırsa, o işin bereketi gider, kalp doğru yoldan saparak dolambaçlı yerlere saplanır, meşguliyetlerin içine düşer.[20] Ebü’l-Hüseyn en-Nûrî’ye göre gerçek cihad, nefsin hazlarına karşı direniş sergilemektir.[21] Zünnûn-i Mısrî’nin tespitiyle söyleyecek olarsak nefisle mücadele istikamet üzere yaşamanın olmazsa olmaz şartıdır.[22]
Görünür tarafını mücahede ile süsleyenin iç âlemini Allah (cc), müşahede ile güzelleştirir. Nitekim Allah (cc) buyurmuştur: “Bizim uğurumuzda mücahede edenleri yemin olsun ki; yollarımıza hidayet edip iletiriz”[23].
İbrahim b. Edhem, şu altı geçidi geçmeden salihlerin mertebesine varamayacağımızı belirtmektedir:
- Nimet kapısını kapatıp şiddetin kapısını çalmak
- Büyüklenme kapısını kapatıp tevazu kapısını açmak
- İstirahat kapısını kapatıp cehd ve gayretin kapısını açmak
- Uyku kapısını kapatıp uykusuzluk kapısını açmak.
- Varlık iddiası kapısını kapatıp mahviyet kapısını açmak
- Tûl-i emel kapısını kapatıp ölüme hazırlama kapısını açmak.[24]
Ebu’l-Abbas Seyyârî’ye mürit nefsini ne ile riyâzete çekip terbiye eder? diye sorulmuş. O da; “Emirleri ifâ, yasaklarından kaçınma, sâlih kişilerle sohbet etme ve fukaraya hizmet etme gibi konularda gösterdiği sabırlar” demiştir.[25]
Sonuç olarak diyebiliriz ki, nefisle cihadın silahı ibadetler, zikir, tesbih ve duâdır. Nefs düşmanına bu silahlarla saldırıp onun ikmal kaynağının etrafını riyazet mayınları ile döşemek gerekir. Riyazat ise nefsin ve tenin isteklerini kesmek, asgariye indirmek ve ona zor gelen şeyleri yaptırmaktır. Az yemek, mideyi doldurmamak, az uyumak ve bu sûretle nefsi inceltmektir. Mücahede ve riyazat birbirine yakın anlamda iki kavramdır. Mücahede nefsi iyiliğe zorlamak, riyazat ise onu bu işe alıştırmaya çalışmaktır. İşin başı mücahede, devamı riyazat, neticesi müşahededir. Nefs ile mücahedenin genellikle kabul edilen görüşe göre üç riyazat özelliği vardır: Az yemek, az uyumak ve az konuşmak. Bunlara bazan halktan uzaklaşma anlamına halvet ve çileyi katanlar da vardır.[26]
[divider]
[i] Necm,53/23.
[2] Yûsuf,12/53.
[3] Kâf,50/16; Necm,53/23.
[4] Kâf,50/16.
[5] Nâziât,79/40.
[6] Kehf,18/28.
[7] Haşr,59/9.
[8] Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. I, s.424.
[9] Şems,91/9.
[10] İmam-ı Gazâlî, el-Munkız, s. 363-364.
[11] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 423.
[12] Kotku, Tasavvufi Ahlak, c. II, s.14.
[13] Arastesh, “Sufizm: Evrensel Benliğe Giden Yol”, Sufi Psikolojisi, s. 41.
[14] Ecmel, “Sûfî Ruh Bilimi”, Sufi Psikolojisi, s. 117.
[15] Nesefî, Tasavvufta İnsan Meselesi, s. 53.
[16] Sayar, Sufi Psikolojisi, s. 9.
[17] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 151.
[18] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 440.
[19] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 97-101.
[20] Hucvirî, Hakikat Bilgisi, s. 77.
[21] Hucvirî, Hakikat Bilgisi, s. 117.
[22] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 151.
[23] Ankebut, 69.
[24] Kuşeyri, er-Risale, s. 151.
[25] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 419.
[26] Yılmaz, “Tasavvufla İlgili Soru ve Cevaplar”, el-Lüma’, s. 513.
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE