İşrâk ve Melâmet – Mahmud Erol Kılıç
Son bir yılına girdiğim yürütmekte olduğum görevin gereği çok yoğun uluslararası toplantılara katılan birisiyim. Bunların bazısı teknik ve diplomatik toplantılar iken bazısı da belirli ilmi ve fikri derinliği olan toplantılar olmakta. Belki de mizacım gereği ikinci türden olanlar her zaman benim için önceliği olanlar. İlmin kalıcı kimlik diğerinin ise araçsal kimlik olduğu kanaatindeyim. Üstelik fikri yoğunlaşma ne kadar derin ve kaliteli ise araçsal ve icrai işlerin de o denli geniş vizyonlu olacağına inanıyorum.
Son bir ay her iki neviden toplantı trafiğim oldukça yoğundu. Portekiz Porto’da Akdeniz üzerine bir toplantıyla başladı, sonra İstanbul’da Kültür Bakanlığımızın tertip ettiği 3. Kültür Şurası ile devam etti. Peşinden aşağıda daha teferruatlı bahsedeceğim iki ayrı toplantı ve en son Bakü’de Kafkas Müslümanları İdaresi’nin düzenlediği İslam Dayanışma toplantısı. Siz şimdi bir Pazar günü evinizde bu yazıyı okurken bendeniz yine bir toplantıya katılmak üzere Fas, Rabat’tayım. Ne yapalım, sırf bir hadisi almak için altı aylık yoldan Kahire’ye gittiği rivayet edilen İmam Buhari gibi alimlerin çektiği çileler yanında bizimkisi devede kulak kalır. Zahmetsiz, çilesiz, gayretsiz ilim de olmuyor başka vazifeler de. Bu her toplantı için sizlere çok uzun gözlemlerimi ve notlarımı içeren raporumu sunabilirim. Fakat bazıları ile sizleri meşgul etmek yerine sadece iki ilmi toplantıdan bahsetmeyi yeğleyeceğim. Makalemin başlığında yer alan ve belki de ilk defa yan yana kullanılmakta olan o iki kavramın ana fikir olduğu iki toplantıdan gözlemlerimi aktaracağım.
İşte o toplantılardan bir tanesi 6-8 Mart 2017 tarihinde Mardin Artuklu Üniversitesi’nde gerçekleştirilen 3. İşrak Günleri toplantısı idi. İlki 2013 yılında gerçekleştirilen bu toplantıda Şeyhü’l-İşrak Şehabeddin Sühreverdi ve onun açtığı yoldan devam eden İslam düşünürlerinin mirası ele alındı incelendi. Mardin’de bir grup hikmet ve irfan aşığı gayretli akademisyen arkadaşın başlattığı bu güzel geleneğin ilkine de katılmak nasip olmuştu. Bu sene üçüncüsü yapıldı.
1191 yılında Halep Kalesi’nde katlettiler 36 yaşındaki bu pırıl pırıl dehayı. Mardin’de bir müddet ders gördü. Geriye pek çok eser bıraktı. Öyleki Nur Heykelleri dediği eserini yüzyıllarca kendinden yaşça büyük insanlar anlamaya ve şerhetmeye çalıştılar. Felsefi ve irfani konulara meraklı sultan Fatih’in arzusu üzerine bu eserin nefis bir nüsha hazırlandı sırf sultan için. Bu sultan nüshasını yakın zamanda Yazma Eserler Kurumu tercümesi ile beraber tıpkı basımını yaptı. Bu eseri şerh edenler arasında Mevlevi dedesi, Mesnevi şârihi İsmail Ankaravi (Rusuhi) dede de vardır.
Şehabeddin Sühreverdi uzun yıllar felsefe çalıştı, felsefe okudu. O dönemde felsefe kelimesi maalesef anlamı daralmış ve sadece meşşai (peripatetik) tarza mensup olanlara verilen bir özel ad olmuştu. Oysa ki kelimenin hakiki anlamı sırf bu metoda indirgenemeyecek kadar geniş ve derin idi. O da Hikmet’i ve Hakîm’i sevmek demekti. Guenon’a göre esas olan Hakîm (Sophia) olabilmekti. Hakîm olamayanlar “Kişi sevdiği ile beraberdir” fehvasınca Hakîm’i Seven olmayı (Philo + Sophia) tercih ettiler. Bu manada felsefe en üst metafizik yapma yöntemi değil onun bir altı olmaktaydı. İbn Sina Hikmeti kişinin isti’datı oranında nefsini kemale erdirmesi olarak tarif eder. İşte bu sadece bir kavramsal tanımlama olarak kalırsa buna Meşşailik yok bizzat nasıl olacağı pratik olarak da öğretilirse buna Sufilik denir. Yine bu manada İbn Rüşd felsefeyi Faal akılla ittisal kurma sanatı olarak tarif eder ama bunun ne demek olduğunu göstermez. Tasavvufta ise Faal Akıl, Hakikat-i Muhammediye’dir ve bazı hususi yöntemlerle irtibat kurulur. Bu durumda Tasavvuf bir Felsefe yapma modeli olarak karşımıza çıkar. Hatta Titus Burckhardt’a göre antik çağdaki manasıyla gerçek felsefe bugün İslam tasavvufunda devam ederken bugün adına felsefe denilen şeyin ise gerçek felsefe olamayacağını ileri sürer. Günümüzde bazı Müslümanların, hatta tasavvuf ehlinin Felsefeye ve Felsefi konulara soğuk bakmaları bize çok şeyler kaybettirmektedir. Felsefenin adını kötüye çıkaran ve bu gibi kimselerin kendisine soğuk bakmalarını sağlayan aslında felsefenin sadece bir tarzı, tamamı değil. O da yukarıda dediğim gibi bazı araştırmacılara göre Felsefe değil. Yani korkmaya gerek yok. Mesela bendeniz tasavvuf düşüncesinin zenginliğinden istifade ile felsefe yapmaktan büyük keyif alıyorum.
Hasılı her samimi hakikat arayıcısı gibi Sühreverdi de Meşşai çizgide başladığı arayışını Sufilerle Bir Gün (Ruzi Ba Sûfîyân) geçirdikten sonra onların yöntemiyle sürdürmeye karar verir. “Allah semâvâtın ve arzın nurudur” ayeti kendisine rehberlik eder ve varlığı nurlar hiyerarşisi olarak izah eder. Tasavvufi metodolojiye doğru yönelmesi 36 yaşında idam edilmesi ile durdurulmuş olmasaydı Gazzali’nin el-Minkuz‘da dile getirdiği entelektüel tekamülünün bir benzerini Sühreverdi’de görebilirdik. Ama onun kaderinde Hallac’la arkadaş olmak varmış. Her iki şehidin de ruhu şad olsun.
İkinci sempozyum 12 Mart 2017’de Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde tertip edilen 2. Uluslararası Melamilik ve Seyyid Muhammed Nur’ul-Arabi Sempozyumu idi. İlkine katılamamıştım. Melamilik İslam tasavvuf mektepleri içerisinde mühim bir tarz, bir neşe. Müstakil bir tarikat değil her tarikatte yaşanabilecek bir tavır diyen de olmuş. Bu sebepten Nakşi Melamileri, Bayrami Melamileri, Şabani Melamileri, Uşşaki Melamileri gibi renkler oluşmuş. Tarih olarak 3 devrede incelenir. Bu devrelerden üçüncüsü Şeyh Muhammed Nuru’l-Arabi (v.1887) ile başlayıp ve daha çok Rumeli’de faaliyet gösteren bir maneviyat hareketi. Kendisi aslen Mısır’lı. Ezher’de şer’i ilimler okumuş. Sonra şeyhinin emri ile Balkanlara geliyor ve irşad faaliyetinde bulunuyor. Türk, Arnavut, Makedon, Boşnak pek çok insanı kamilleştiriyor. Sadece oralardan değil İstanbul’dan bile insanlar gelip müridi oluyorlar. Aralarında müderrisler var, paşalar var, valiler var. Üsküp valisi Servili Selîm Paşa, İsmail Bosna Valisi Topal Osman Paşa, Ruznameci Hüsnü Bey, Şeyhulislâm Mîr Ahmet Muhtar Paşa (Molla Bey), Haririzade Kemaleddin Efendi, Bursalı Mehmed Tahir Efendi, Ahmed Amiş Efendi müridlerinden bazıları. Sadece irfani konularla ilgilenir. Hak sohbeti yapar. O esnada Kosova’da meydâna gelen isyana dostlarını karıştırmaz. Ustrumca’da vefat eder ve kabri oradadır. İşte bu zatın yolu ve irfanı hakkında dostlar güzel bir sempozyum gerçekleştirdiler. Pek çok Melami efendisinin de iştirak ettiği bu toplantıda Türkiye’nin ve Balkan’ların her yerinden pek çok seçkin misafir vardı.
Son olarak, sadece yanmaz kefen icat edenleri gösterip bu örnekler üzerinden her fırsatta tasavvufa saldırmaya çalışanların bu toplantılardan haberleri bile yok. Olsa da gelmezler. Çünkü işlerine gelmez. Zira var oluşlarını tasavvuf karşıtlığına borçlular. Kendilerine ait doğru düzgün bir fikriyatları yok. Fetöcülük çıktı, sevindiler; kefen satanlar çıktı, buna da sevindiler. Yoksa ne yapardı bunlar?