Akaid /KelamGüncel YazılarTüm YazılarYazi Atlasi

İslam Dünyası’nda dolaşan hayalet: Sünnilik

Bugün Sünni dediğimiz coğrafya tek, homojen bir yapıya sahip değil. Şiilik karşısında bir Sünni savaşından bahsedilse bile Sünnilerin böyle bir gücü ve temsil kabiliyeti olduğunu söylemek oldukça zor. Sünni dünyayı bir araya getirmek için yapılan tüm siyasi çabalar da başarısız kalıyor. Neden?

Sünnilerin yayıldığı coğrafyadaki bu dağınıklığın günümüze yansıyan en açık örnekleri bugün Suriye’deki iç savaşta yaşanıyor. Türkiye’nin IŞİD’e karşı operasyonlarına destek verdiği Özgür Suriye Ordusu’nu destekleyen muhalif grupların sözde üst kimliği Sünni, ancak Sünnilik onları ortak hareket etmeye motive etmek için yeterli değil.

Sünnilik neden Suriye’deki muhalif grupları bir arada tutamıyor?

Sünnilik neden Suriye’deki muhalif grupları tek çatı altında tutacak bir ideoloji değil? Aslında bu sorunun cevabını Sünniliğin kendisinde aramak gerekiyor. Zira Batılıların çoğu kez yanlış tanımladığı üzere Sünnilik gerçek bir entite değil, aksine bugün İslam dünyasında dolaşan bir hayalettir.

Sünnilik, İslam dünyasında Şiilik gibi homojen bir yapı göstermez. Sünniliğin ne kilise gibi ruhani otoriteyi kuracak dini bir kurumu ne Şiilik gibi ruhani ve siyasi otoriteyi kendinde toplayan merc-i taklidi ne de Humeyni’nin kurduğu merc-i taklidin de üstünde Velayet-i Fakih gibi dini otoritesi bulunur. Osmanlı’nın geri çekilişi sonrası Suudi Arabistan’ın Selefiliği veyahut İslam İşbirliği Teşkilatı, Dünya İslam Birliği gibi kuruluşların çabaları Sünni dünyada boşalan siyasi ve dini merkezi doldurmayı başaramadı. Aksine İslam dünyasında radikalleşme arttıkça Sünni dünyanın bir araya gelme imkânı daha fazla zorlaşmaya başladı.

Sünnilik denilen tarihsel olgu aslında daha çok Türklerin 11. yüzyıldan sonra İslam dünyasında kurduğu siyasi düzenin bir sonucudur.


Hal böyleyken, nasıl oldu da tarihte Sünni bir dünyadan bahsedilebildi?

Geleneksel İslam dünyasında Sünni kimliğin taşıyıcı ana direkleri, İslam düşüncesindeki fıkıh ve kelam mezhepleridir. Sünni dünyada mezhepler, değişen ve genişleyen İslam coğrafyasında oluşan büyük şehirlerin toplumsal ve entelektüel ihtiyaçlarına karşılık vermek üzere ortaya çıkmış kurumlardır. Fıkıh okulları, Müslümanların dini ibadetleri kadar evlenme, ticaret ve kamusal düzendeki ilişkileri belirleyen ve bunu düzenleyen bilgileri oluşturan yapılardır. Kelam okulları, ise “Kim Müslümandır, günah işleyen tekfir edilir mi?” gibi sorulardan tutun da Müslümanların neye neden inanmaları gerektiğine kadar inanca dair sorulara mantıklı açıklamalarla cevap bulmaya çalışan yapılardır.

İslam ve hukuk

İslam dünyasında ilk kurumsallaşan hukuk ekolü, Hanefilik olmuştur. Bunu Malikilik, Şafilik ve en son ve oldukça geç kurumsallaşan Hanbelilik izler. İslam dünyasında bu yapıların tamamlanması ve kurumsallaşması 11.-12. yüzyıla kadar uzanır. Tarihsel süreç içerisinde İslam dünyasındaki devletler yeni kurumların ihtiyaçlarını karşılayan hukuk mezheplerine daha fazla önem verdiler. Misal Ebu Hanife’nin talebesi olan Ebu Yusuf’un (ö. 798) Kitabu’l-Haraç isimli kitabı, vergi ve kamu maliyesini düzenleyen ilk eserlerdendir. Hukuk mezhepleri, toplumsal olanın zorunlu bir talebi olarak ortaya çıkmıştır. Abbasilerle birlikte ilk kurumsallaşan ve muhtemelen devletin ihtiyaçlarına cevap veren de Hanefi kadılar olmuştur.

Yeni toplumun farklı kültür ve inançlarıyla karşılaşması sonucu ortaya çıkan itikadi ve felsefi sorunları aşması için de Kelam ekollerinde kurumsallaşan ve devam eden iki ekol bulunur: Matüridilik ve Eş’railik. Maturidilik, her ne kadar Orta Asyalı alim İmam-ı Matüridi’nin ismi ile anılsa da Ebu Hanife’nin görüşlerinin teolojik bir ekole dönüşmüş halidir ve Hanefilerle birlikte anılır. Eş’arilik ise Ebu’l- Hasan el Eş’ari’nin görüşleri üzerine kurulmuştur ve daha çok Şafi ve Malikilerle birlikte düşünülür.

Dolayısıyla Sünni dünyadaki Müslümanların dinî kimlik ve davranış biçimleri, bu iki okul tarafından biçimlendirilmiştir. Bu ekoller ise topluma medreselerde yetiştirilen ulema ve din adamları tarafından taşınırdı. Kiliseden farklı olarak İslam dünyasında dini bilgi ve inancın meydana getirdiği kültürel kimliği medreselerde üretilen bilgiler oluşturur. Özellikle Türklerin İslam dünyasında siyasi birlikteliği oluşturmaya başladıkları 11. yüzyılda kurulan Nizamiye medreseleri ile İslam hukuk ekollerinin ilk ve en yaygınının kurucusu Ebu Hanife’nin kabri etrafında kurdukları Azamiyye Medresesi, Selçuklu ve Osmanlı devletleri açısından takip edilen iki prototip eğitim kurumu olmuştur. Selçuklular ve Osmanlılar, devleti beraber yönettikleri kadıları ve Müslüman toplumların Sünni kimliğini bu kurumlar aracılığıyla inşa etmişlerdir. Sünnilik denilen tarihsel olgu aslında daha çok Türklerin 11. yüzyıldan sonra İslam dünyasında kurduğu siyasi düzenin bir sonucudur.

Şiiliğin İslam dünyasını yönetme çabaları Büveyhi ve Fatımi devletlerinin yıkılması ile boşa çıkınca, Asya’dan Afrika’ya kadar olan büyük coğrafyanın Semerkant, Bağdat, Tebriz, Şam, Kahire, Kordaba, Konya, İstanbul gibi ana kentlerinde kurulan medreseler aracılığıyla Sünni kimliğin bilgi merkezleri ve bilgi setlerini oluşturan ulema sınıfı oluşmuştur.

Sünniliğin iktidar ilişkileri

Sünniliğin iktidar ilişkileri de her zaman devletin gölgesinde olmuştur. Bu, Sünniliğin iktidar tarafından kurulduğu ve sürekli onun tarafından kontrol edildiği anlamına gelmez. Çünkü Sünni kimliği oluşturan medreseler, vakıflar sayesinde hem maddi hem de yönetim olarak özerk yapılardır.

Muhtemelen Türklerin Sünniliği tercih edişinde iki husus daha etkili olmuştur. Birincisi, özellikle Hanefilik devlet işlerinde Sultan’a yetki verir ve örfi uygulamalara imkan tanır. İkincisi de Sünnilik, Şiilik gibi iktidarı yöneten Sultan ile İmam’ı aynı otorite altında birleştirmez, doğrudan devleti kimin yönettiğiyle değil, daha çok nasıl yönettiği ile ilgilenir.

Sünni ulema, Ortaçağ Hristiyanlığında olduğu gibi toplumu ve hayatın tüm alanlarını yöneten bir ruhban olmamıştır. İslamiyet’te Hristiyanlıktaki gibi Müslümanlığa giriş, çocuğa isim verme, evlilik, namaz, cenaze gibi hem ibadet hem de muamelata giren işlerde bir din adamının bulunması mecburî değildir. Tüm bu işleri bir Müslüman kendi başına yapabilir. Müslüman bir bireyi Sünni kimliğe bağlayan şey, bir ulemaya bağlılık değil, ortak davranış, ibadet ve inanç formlarıdır. Dolayısıyla Sünni kimlik kendisini lider, ruhani otorite üzerinden değil, kurumlara sinmiş gelenekler üzerinden devam ettirir.

Sünni gelenek ve formların yerle bir edilmesi

Sünni gelenek ve formlar, Sünni dünyada Vehhabilikle başlayan ve daha sonra başka İslamcı hareketlerle temsil edilen köklere dönüş veya Asr-ı saadete dönüş mitosuyla yerle bir edilmiştir. Özellikle Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgani çizgisindeki İslam’ı ihya ya da ıslah etmeyi amaçlayan reform ve diriliş hareketleri ya da Abdullah Azzam gibi mevcudu kökten reddederek İslam’ın ilk asrını canlandırmak isteyen devrimci hareketler, Sünni geleneği statükonun bir devamı gibi görerek tasfiye etmişlerdir. İslamcı hareketler toplumu ya da devleti İslamlaştırmak isterken, pozitivist aydınlanmacı hareketler gibi Sünniliğin temsil ettiği tüm geleneği ve bilgi setlerini “hurafe ya da dinde yeri yok” diyerek tarihin çöplüğünde sürgüne göndermişlerdir.

Sünni gelenek ve formlar, Sünni dünyada Vehhabilikle başlayan ve daha sonra başka İslamcı hareketlerle temsil edilen köklere dönüş veya Asr-ı saadete dönüş mitosuyla yerle bir edilmiştir.


Bugün sanılanın aksine Sünniliğe yönelik en sert eleştiriler ve tehdit, İslamcılıktan gelmiştir. İslam dünyasındaki ihya ve ıslah tartışmaları uzunca süredir mezhepsel kimlikleri sürekli aşındırıyor. Sünniliğin dayandığı medreselerin yerini alan yeni kurumlar da bu mezhepsel kimlikleri taşıyacak bilgi ve düşünceyi, inanç formlarını dışarıda tutmuştur. İslam dünyasında 1979 Afgan Savaşı’yla başlayan radikalleşme süreci, aşınan mezhepsel kimliklerin tamamen yok olmasına giden süreci başlattı.

TEPAV’ın 2016’da yaptığı Türkiye, Radikalleşme ve Dini Kimlikler Araştırması Sünniliğin en sıkı olduğu varsayılan Türkiye toplumunda bu mezhepsel kimliklerin merkezinde büyük bir boşluk olduğunu gösteriyor. Din görevlileri arasında ve ilahiyat fakültelerinde yaptığım çalışmalar da Sünni kimliği inşa eden ve taşıyan Matüridilik ve Eş’ariliğin ve bunların temsil ettiği davranış kodlarının çok az bir karşılığı bulunduğunu doğruluyor. Aynı araştırmaya göre, Türk toplumunun yüzde 15’i Matüridiliği ve yüzde 9’u Eş’ariliği bir dini kimlik olarak kabul ediyor. Sünni kimliğin inanç, itikat ve felsefi düşüncesinin oluşumunda etkili olduğu bilinen ve geleneğin taşıyıcısı olan bu iki mezhep hakkında toplumun büyük çoğunluğu hiçbir bilgiye sahip değil. Yine geleneksel olarak aslında hukuk mezhebi olan Hanefilik ile inanç mezhebi olan Matüridiliğin birbirinden ayrılmaması gerekir. Oysa Hanefi olduğunu söyleyenlerin yalnızca yüzde 29’u kendisini Matüridi olarak görüyor. Bu bilgiler de toplumda Sünniliğin dini olmaktan daha çok siyasal bir kimlik olarak varlığını sürdürdüğünü açıkça gösteriyor. Diğer bir ifadeyle Sünniliğin geleneksel kimliği çoktan aşınmış ve içi boşalmış durumda. Sünni diye işaret ettiğimiz öznenin dini iskeleti ve ruhunu inşa eden yapılar çoktan tarih sahnesinden çekildi.

Bu açıdan İslamcılığın Eş’ari ve Matüridiliğe yönelik eleştirileri oldukça başarılı olmuş ve bu kimlikleri eritmiş gibidir. Buna karşılık Şiilik, İran’ın kurucu ideolojik kimliği ve Humeyni’nin tüm Şii dünyanın üzerinde mutlak ruhani otorite olarak ikame ettiği Velayet-i Fakih kurumu sayesinde hızla yayılmayı başardı.

Sünni kimlik tarihin yeni bir kriziyle karşı karşıya. Sünni kimliğin taşıyıcı ve kurucu bilgi setleri ve kurumları olmadan nasıl Sünni bir dünyadan bahsedebileceğiz? İran, Irak ve Yemen’e kadar İran Şiiliği ortak bir dil, kimlik ve inanç ağı kurmayı başarırken, Sünnilik tam da kendi evinde darmadağınık hale geldi.

Bugün Suriye’de savaşan muhalif grupların inanç ve ibadet formları çoktan Sünniliği kuran hukuk ve kelam ekollerinden boşanmış ve yerini ideolojik radikal kimliklere terk etmiş durumda. Bu yüzden de Sünnilik bu grupları mobilize eden ortak bir kimlik olmaktan çıktı. Bu, aslında tüm İslam dünyası için de geçerli. Sünni kabul edilen İslam coğrafyası artık bir dünya olmayı gerektirecek ortak bir dini kimlik ve inanç setlerine sahip değildir.

Hilmi Demir, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi ve Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) Bölge Çalışmaları Program Danışmanı, Radikalleşme, Selefilik, İslami Hareketler Uzmanı.

Kaynak: Al Jazeera

admin

Soru ve görüşleiriniz için İrtibat: fikiratlasi1@gmail.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.