TasavvufTüm YazılarYazarlarYazi Atlasi

Hz. Muhammed (s.a.v)’in Manevi Hüviyeti: Hakikat-ı Muhammediye

Tasavvuf büyükleri Peygamber Efendimiz’in (sav) tarihî şahsiyeti yanında mânevî şahsiyetine de dikkat çekmektedirler. Hakikat-ı Muhammediye, “Hakikatü’l-hakâik” veya “nûr-ı Muhammediyye” terimleriyle Hz. Muhammed’in tarihî şahsiyeti değil, mânevî şahsiyeti kastedilmektedir. Mevcudatın vücuda gelişini varlık mertebeleri bağlamında değerlendiren vahdet-i vücûd düşüncesi Hakikat-i Muhammediyeyi taayyun-i evvel ile gerçekleşen mertebe olarak nitelendirmektedir.[1] Varlığı kendisinden olan ve her şeyin aslı kabul edilen Allah’ı Vâcibü’l-Vücûd olarak niteleyen İbnü’l-Arabî, hakikati itibariyle adem olan ama varlığı Vacibü’l-Vücud’dan olan âlemi mümkün varlık şeklinde betimlemektedir. Mutlak ve mümkün varlık arasında bir üçüncü varlığa dikkat çeken İbnü’l-Arabî, Hakikatü’l-Hakâik adı verilen bu üçüncü varlığı gerçekte ne madum ne de mevcut, ne kadim ne de hâdis olarak görmektedir. Ona göre Hakâikü’l-Hakâik, kadim ile kadim, hâdis ile hâdistir; zaman açısından değil, mertebe olarak âlemden öncedir. Hakâikü’l-Hakâik, misallerin misali, bütün varlıkların en üst cinsi, her şeyi kapsayan Akl-ı Evvel, makul ve mahsus âlemde her şeyi kaplayan varlıktır. “Hakîkatü’l-Hakâik”, küllîlik veya Küll’ün parçası olarak nitelenemez; artma veya eksilmeyi kabul etmez, tarif ve tanımı kabul etmez. Parçanın bütünden çıktığı ve zuhur ettiği gibi, âlem de ondan çıkmıştır. O, bütün kevnî hakikatleri kuşatmış ve nefsinde bir tek hakikattir.[2]

 Hakikat-i Muhammediye mahiyeti itibariyle Hakikatü’l-Hakâikin aynı olması açısından âlemin illeti ve yaratılışının sebebidir. Dolayısıyla Hakikat-i Muhammediye, âlemi muhafaza ve himaye eden ruhtur.[3]

İbnü’l-Arabî mevcudatın her birini kelime olarak görürken, Hakikat-i Muhammediyyeyi el-Kelime olarak belirtmektedir. Hakikat-ı Muhammediyye’yi nebi ve velilerin bilgi aldıkları asıl ve nâtık olan herkesin istimdat ettiği kaynak olarak gösteren İbnü’l-Arabî, bu görüşünü, kelîm ve cevâmiu’l-kelîm bağlamında yorumlamaktadır. İbnü’l-Arabî, “Kelim”den,  nebi ve velileri, “Cevami’l-kelim”den ise Hakikat-i Muhammediyeyi kastetmektedir.[4]

Nûr-i Muhammediyye anlayışının ilk temsilcisi kabul ettiğimiz Cafer-i Sâdık hurûf-ı mukattaadan biri ile başlayan Kalem Sûresi’nin ilk âyetini şu şekilde yorumlamaktadır: “Buradaki ‘Nûn’, Allah’ın varlıkları kendisi sebebiyle yarattığı ve onu Hz. Muhammed’e (sav) bahşettiği ezeliyet nûnudur. Allah, Hz. Muhammed’in nûrunda bütün nûrları toplamış ve yaratmıştır.”[5]

Tasavvufî literatürde Nûr-ı Muhammedî görüşünü ilk kez dile getiren sûfînin Sehl b. Abdullah Tusterî olduğu kabul edilmektedir. Tusterî’ye göre Allah, kendi nûrundan ilk defa Hz. Muhammed’i yaratmış ve âlemin varlığından önce Muhammedî varlığa işaret etmiştir. Allah’ın Hz. Âdem’i izzet çamurundan, Hz. Muhammed’i ise nûrundan yarattığını dile getirmiştir. Tusterî konu hakkındaki kanaatlerini şu şekilde dile getirmektedir: “İlk yaratılan şeyler üçtür: Birincisi Hz. Muhammed, İkincisi Hz. Adem, üçüncüsü de Hz. Adem’in zürriyetidir. Allah, Hz. Muhammed’i yaratmayı murad edince, kendi nûrundan bir nûr yarattı. Onu yaydı. Nûr, bütün memleketleri dolaştı. Belli bir büyüklüğe ulaşınca secde etti. Bunun üzerine Allah, secdesinden dolayı kesîf nûrdan oluşan ve içi dışı yedi semâdan görülen kalın cam gibi bir direk yarattı. Bunun içerisinde Hz. Muhammed (s.a.) cismi ve şekli olmaksızın tabiî imân ve gaybî mükâşefe ile Hz. Adem yaratılmazdan binlerce yıl önce âlemlerin Rabbi olan Allah’a ibâdet etti. Sonrasında da Hz. Âdem, Hz. Muhammed’in nûrundan yaratıldı.”[6]

Hallâc-ı Mansûr ise Nûr suresinin 35. âyetindeki  “mişkât”i Hz. Muhammed (sav) ile ve kandillikteki “misbâh”ı da Nûr-ı Muhammedî ile özdeşleştirmektedir. Hallâc’a göre bütün ilimler Nûr-i Muhammediyye denizinden bir damla, bütün hikmetler onun ırmağından bir avuçtur. Zamanlar, onun zamanından bir saat ve o, Allah’a kavuşmada ilk ancak peygamberlikte sondur. Nûr-i Muhammediyye hem gerçeğin özü, hem de Hak bilgisinin beliren yüzüdür.[7] Hallac’ın gözünde Hz. Muhammed, kendisinden bütün nebi ve velilerin ilim ve nurunun çıktığı ebedi nurdur. O, mutlak anlamda ilk, kadim ve en zahir nurdur.[8]

Zuhûrda Hz. Muhammed’in önceliğini vurgulayan bir diğer isim Hakîm Tirmizî’dir. O Nûr-i Muhammediyyenin mahiyetini şu şekilde dile getirmektedir: “Allah’ın söz konusu ettiği ilk varlık O’dur.  Sonra, ilimde onun ilmi, meşîette onun meşîeti ortaya çıkmıştır. O, ilâhî takdirde ilktir. Levhde, haşirde, evveldir ve ilk Misak da onunla yapılmıştır.  Şefaatte önce, sıratı geçmede ilktir. Cennete girişte ve ziyarette ilktir. Bundan dolayıdır ki o, enbiyanın efendisidir. Bununla birlikte o, reddedilemez olan hâtemü’n-nübüvvet özelliğine de sahiptir. O, kıyamet gününde Allah’ın insanlara bir delilidir ve peygamberlerden hiçbiri buna nail olamamıştır.[9]

İmâm-ı Gazâlî Hakikat-i Muahmmediyye anlayışını beyan sadedinde “mut’a” kullanmaktadır. İmam-ı Gazalî, mut’a kavramına Mutlak ve mümkün varlık arasında bir vasıta olan, irade-i ilâhiyyenin sayesinde işlev gören varlık türü anlamını yüklemektedir. Gazalî’nin mut’a nazariyesi, İbnü’l-Arabî’nin “kelime” nazariyesi ile paralellik arz etmektedir.[10] Kelime nazariyesi gibi Hakikat-i Muhammediyye anlayışı ile de benzerlik göstermekte, âlemin düzen ve korumasının kendisine dayandığı kozmik güç olarak nitelendirilmektedir.[11]

Allah Teâlâ’nın İlahi Cemâl nurundan ilk defa Hz. Muhammed’in nurunu yarattığından bahseden Abdulkâdir-i Geylânî, Rûh-ı Muhammediyyeyi varlıkların özü ve yaratılanların ilki olarak nitelemektedir. Abdulkadir-i Geylânî Hakikat-i Muhammediyyenin anlam boyutuna şu tespitleri ile açıklık kazandırmaktadır: “Onun menkıbeleri eşsiz, delilleri melekûti idi. Onun işaretleri gayba ait olup özel keremlerle şereflenmişti. “Cevâmiu’l-Kelîm” ona tahsîs edildi. Kevn-i küllî çadırının direkleri onun şerefine yükseldi. Ulvî ve süflî âlemlere mahsus varlık safları onun yüceliğine göre tanzim edildi. O, “mülk âlemi” kitabının kelimesinin sırrıdır. Halk ve felek fiillerinin manasıdır. Mevcûdât binası kâtibinin kalemidir. Âlem gözünün insanıdır. Varlık mührünün kalıbıdır. Vahiy memesinin süt çocuğudur. Ezel sırrının taşıyıcısıdır. Kıdem lisanının mütercimidir. İzzet sancağının sancaktarıdır. Şan ve şeref tepesinin malikidir. Nübüvvet gerdanlığının ortasındaki taştır. Risalet tacının incisidir. Enbiya alayının komutanıdır. Peygamberler ordusunun kumandanıdır. Hazret erbâbının imamıdır. Sebepte ilktir ama nesepte sondur.”[12]

Âlemin varlığından maksadın Nûr-i Muhammediyye olduğunu söyleyen Feridüddin-i Attâr Peygamber Efendimizin hakikatini şu ifadeleri ile yâd etmektedir: “Hz. Muhammed öyle bir zâttır ki bedenin de nurudur, canın da… eygamberlerin seçilmişi ve yücesidir. Keyfiyete sığmaz, yüceler yücesi Allah’ın habibidir. Cüz’ün içinde de padişahtır o, küllün içinde de. Güneşle ay, onun nurunun bir zerresidir. Bütün zerrelerin dayanağı ve sığınağı odur. Gökler, onun dergâhında bir fukaradır. Yolunun tozuna müştak, sarhoş bir halde dönüp durmaktadır. Bütün peygamberlere öncü, bütün âşıklara kılavuzdur o.”[13]

Attar, Mantıku’t-Tayr isimli eserinde Hz. Peygamberin nûrunu deniz sembolüne benzeterek şu değerlendirmelerde bulunmaktadır: “Âlem halkı onun için yaratıldı; varlık âlemine ihsan ve cömertlik denizinden çiğ tanesi gibi geldi. Onun nuru bütün yaratılmışları kıskandırır. Varlık âlemine gelmeyenlerin aslı da onundur, gelenlerin aslı da! Allah (cc), o mutlak nuru huzurunda görünce onun için yüzlerce nur denizi yarattı. O temiz canı, kendisi için yarattı, cihandaki bütün mahlukatı da onun için. Yaratıştan maksat, ancak odur. Herşey onun için yaratılmıştır. Varlık âleminde ondan daha temiz bir varlık yoktur. Gaybın yeniden, yakasından görünen ilk varlık, şüphe yok ki onun tertemiz nuruydu. Ondan sonra o yüce nur bayrak gibi yücelip göründü de arş, kürsî, levh ve kalem vücut buldu. Onun tertemiz nurunun bir görünüşü âlemdir, bir görünüşü iri ve tek inci olan Âdem. O yüce nur, meydana çıkınca Allah huzurunda secdeye vardı. Asırlarca secdede kaldı, ömürlerce rüku halinde durdu! Asırlarca kıyamda durdu, ömrünü diz çöküp bekleyerek geçirdi. O sır denizinin nuru namaz kıldı da o yüzden namaz ümmete farz oldu. Sonra Hak Teâlâ ansızın o nura hakikat denizinin yolunu açtı. Nur o hakiki denize daldı, dalgalandı, ne lazımsa hepsini elde etti. Sır denizini görünce yücelikle, nazla bir coşup köpürdü. Dileklere düşüp yedi kere kendi etrafında döndü. Bu dönüşten dünyanın yedi pergeli meydana geldi. Allah’ın ona her bakmasında bir yıldız yaratıldı, o nurda da bir istek doğdu. Ondan sonra o pâk nur durdu. Yüce arş meydana geldi, kürsî vücut buldu, ad san kazandı. Arşla kürsîyi zatının aksinden meydana getirdi. Sonra melekler sıfatlarından yaratıldı. Nefeslerinden nurlar aşikâr oldu, düşüncelerle dolu gönlünden sırlar. Ümmetler, hep onun nurundan yaratıldığından, o, bütün ümmetlere gönderildi. Her zamanın halkına ve ta kıyamete kadar peygamber oldu.”[14]

Hakikat-i Muhammediyye düşüncesini eserinde ele alan sûfî şahsiyetlerden biri de Fahreddin-i Irakî’dir. Irakî, Lemeât isimli eserinde Hz. Peygamberin dilinden insanın hakikatine ve yaratılışın kaynağına dair yaklaşımlarını şu şekilde terennüm etmektedir:

“Eğerçi Ben sûret-i hissî ve beden-i unsûrî hasebiyle Âdemoğluyum velâkin ma’nâ cihetinden Benim onun pederi olduğuma şâhid vardır.

Eğerçi sûrette evlâd-ı Âdem’im, mertebe cihetinden behemehâl berterim.

Âyinede aks-i cemâlime nazar ettiğim vakitte, bütün cihân Bana hakîkat ile musavver olur.

Zerrât-ı kâinat mazharım olduğuna taaccüb etme! Zirâ Ben âsumân-ı zuhûrun güneşiyim.

Envâr-ı enbiyâ bütün vech-i pâkimin âsârıdır; enfâs-ı evliyâ nesîm-i muattarımdadır.

Hızır’ın hayât-ı ebediye bulduğu âb-ı hayat nedir? Benim havz-ı kevserimden bir katredir.

Mesîh’in ölüleri dirilttiği nefes, Benim nefes-i rûh-perverimden bir nakş idi.

Benim zât-ı pâkim bütün esmâ-i ilâhiyyenin fi’l-cümle mazharıdır. Ben hakikatle baktığım vakit belki ism-i a’zamım.

Zâhir ve bâtın-ı kadîm deryâlarının ikisini de Ben’de gör. Zira Ben iki büyük deryanın mecma’ıyım.”[15]

Özetle Hakikat-i Muhammediyye, varlık mertebeleri arasında ilk tecellînin meydana geldiği taayyün-i evvel mertebesini ifade et­mektedir. Muhammedi Nûr en yetkin tecellînin mazharıdır. Çünkü Hak Teâlâ, bütün sıfat ve isimleri toplayıcı ismi olan Allah ismi ile bu mertebedeki Muhammedi Nûr’a tecellî etmiştir. Bu anlamıyla Muhammedî Hakîkat, Hakk’ın dışındaki tüm mümkünlerin zuhûr kaynağı olan Nûr-ı Muhammedi diye tabir edilen mertebedir. Vücûd mertebele­rinin nihayetinde yer alan insân-ı kâmil mertebesi, asıl olarak Hz. Muhammed’in (sav) hakîkatine ait bir nitelemedir. Bu mertebeye değişik nisbetlere göre birçok isim verilmesine rağmen, bu isimlerin işaret ettiği ortak mefhum, Bir’den zuhûr eden kesretin kaynağını bu mertebenin oluşturduğudur. [16]

[1] Ebu’l-Alâ Afifî, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler, trc. Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul 2000, s. 83-84.

[2] Afifî, age., s. 80.

[3] Afifî, age., s. 88-89.

[4] Afifî, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler, s. 86.

[5] Süleyman Ateş, İşarî Tefsir Okulu, Ankara 1974, s. 54; Nuran Döner, Tasavvuf Kültüründe Hz. Peygamber Tasavvuru, Doktora Tezi, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa 2007, s. 12.

[6] Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2000, s. 114-115.

[7] Yaşar Nuri Öztürk, Hallâc-ı Mansûr ve Eseri, Yeni Boyut, İstanbul 1997, s. 294-302;Annemarie Schimmel, İslâmın Mistik Boyutları, trc. Ergun Kocabıyık, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2001,s. 214.

[8] Afifî, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler, s. 98-99.

[9]  Hakîm Tirmizî, Kitâbu Hatmi’l-Evliyâ, Beyrut 1965, s. 337-338

[10] Afifî, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler, s. 72-6.

[11] Reynold A. Nicholson, Tasavvufun Menşei Problemi, çev., Abdullah Kartal, İstanbul 2004, s. 158.

[12] Abdulkâdir Geylânî, Sırru’l-Esrâr ve Mazharu’l-envâr fîmâ yahtâcu ileyhi’l-Ebrâr, Thk., Halid Muhammed, Muhammed Ğassân, Dâru’s-Senâbil, Dımeşk 1994, s. 43-55.

[13] Ferîdüddin Attâr, İlâhiname, trc. Serkan Özburun, Semerkand, İstanbul 2004, s. 21.

[14] Feridüdin Attâr, Mantıku’t-Tayr –Kuşdili-, trc.Yaşar Keçeci, Kırkambar Yayınları, İstanbul 1998, s. 37-39.

[15] Fahreddîn-i Irâkî, Lemaât Aşka ve Âşıklara Dair, trc. ve şerh: Ahmed Avni Konuk, yay. haz. Ercan Alkan, İlk Harf Yayınları, İstanbul 2011, s. 27-31.

[16] Osman Nuri Küçük, Fusûsu’l-Hikem ve Mesnevî’de İnsan-ı Kâmil, İnsan Yayınları, İstanbul 2011, s. 157.

Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE / Gaziosmanpaşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.

admin

Soru ve görüşleiriniz için İrtibat: fikiratlasi1@gmail.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.