Her Alim Kendi Mertebesinden Konuşur
Tasavvuf, bir bilgi değil bir düşünce tarzıdır, bir metottur O yolu o usûlü takip ederek başka hiçbir yoldan edinemeyeceğiniz bilgilere ulaşırsınız. Nasıl bir yoldur bu yol? Geçici, değişken olandan ziyâde, özde yatan kalıcı esasların araştırılmasına yönelik bir yaklaşımdır. Bu düşünce tarzı tarihî süreç içerisinde kendisine bağlı bir kültür, sanat, bilim ve medeniyet tarzı doğurmuştur ve bu konudaki besleyiciliği son asırda olduğu kadar salt teorik bir spekülasyon alanı oluşturmamıştır. Örneğin hemen hemen bütün hakiki tarihçiler, Selçuklu, Osmanlı gibi bir çok geleneksel toplum insanının ilmî, dînî, ekonomik, etik, estetik ve bürokratik yaklaşımlarının arka planında tasavvuf denilen bu dünya görüşünün yatmakta olduğuna dikkat çekmişlerdir. Eskiden herkes birbirine ‘İntisabınız nereye?’ diye sorarken bugün bir tarikate intisab etmiş olmanız nerdeyse toplumsal bir ayıp derekesine inmiş bulunmaktadır. Bu ayrışmanın, bu yabancılaşmanın, tekamülün sadece yatay boyutuyla yetinmekle ilgili olduğunu düşünüyorum.
Yatay ilerleyen insan tipleri toplumda otorite mevkini işgal ederken, dikey tekamül sahiplerinin getirdiği bilgi tarzına alenen savaş açmış ve toplum gözünde hem bilgiyi hem bilginin kaynağını itibarsızlaştırmışlardır. Otoritelerin dikey ehliyetsizliği ve kendi alanları dışında kalem oynatmaları, onlardan beslenen ‘halk’ dediğimiz yaygın toplum katmanlarında bir itikad ve edep kırılmasına sebep olmuştur. Biri uzak, biri yakın tarihimizden iki örnekle konunun eksenini ve kırılma noktasını özetlemek istiyorum… İmam Cafer-i Sâdık (k.s.) ister Sünnî olsun ister Şia’dan olsun, hakkında bir tenkit dahi olmayan, Vahhabisi dahil, bütün İslam ümmeti genelinin ittifakla büyüklüğünü, ilmini, şöhretini, dirayetini teslim ettikleri İslam’ın yetiştirdiği en büyük zatlardan bir zattır. Bu zat o kadar büyük zatlardan birisi ki Hanefî mezhebinin kurucusu İmam-ı Âzam Ebû Hanife’ye (r.a.) hocalık yapmıştır. İmam-ı Âzam Ebû Hanife der ki “Eğer şu iki senem olmasaydı Numan helak olmuştu.’’ Yani İmam Cafer’le tanışmadan evvelki Numan, tanıştıktan sonraki Numan hayatını iki devreye ayırmıştır. Numan, Ebû Hanife’nin ismidir. İmam-ı Cafer’le tanıştıktan sonra, Cafer-i Sâdık’ı destekledi diye Hanefî mezhebinin kurucusu Numan İbni Sabit, hapsedilmiştir. Hapse girme sebebi İmam-ı Cafer’i desteklemesidir. Bu tanısın tanımasın İmam Cafer’in her sünninin gönlünde taht kurması için yeterli bir referans olmuştur.
CAFERİLERİN İMAM CAFER’İ
İmam Cafer Sâdık (k.s.) büyük İslam evliyasındandır, kerametleri zahirdir. Aynı zamanda Hz. Peygamber Efendimizden gelen, Evlad-ı Rasûl dediğimiz, Hz. Peygamberin ehl-i beytinin bir mensubudur yani seyyiddir. Altıncı imamdır, silsilede on iki imamdan altıncısıdır. İmam Cafer’den sonra gelen kimselerin bazıları İmam Cafer’e bir fıkıh mezhebi izafe etmişlerdir. Nasıl İmam-ı Âzam Ebû Hanife’ye izafe ediliyorsa İmam-ı Cafer’e de izafe edilmiştir. Caferilik denilen fıkıh mezhebi İmam-ı Cafer’e dayandırılmaktadır. Böylece günümüzde Caferi, İmami, Alevi İslam anlayışlarında da farklı bir Cafer-i Sâdık motifi vardır. Bunların da birbirinden farklı anlayışları vardır. Yani Alevilikteki Cafer-i Sâdık motifi ile İmamiyye, yani Caferiyye denilen Şiadaki Caferi motiflerinde birbirine benzemeyen hususlar da bulunmaktadır.
SUFİYENİN İMAM CAFER’İ
Bir de ikisinden de farklı bir Cafer-i Sâdık motifi vardır ki bu husus çok önemlidir. Feridüddin Attar’ın “Tezkiret’ül Evliya”sı gibi, Abdurrahman Camî’nin “Tabakatus Sufiyye”si gibi sûfî biyografilerinin 1830’larda yazılmış son örneklerinden biri vardır. Nakşibendî bir zat olan Abdülmecid-i Hânî tarafından kaleme alınmıştır. Hânîler, Şamlı bir aile, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin halifesi kendisi; “Bizim yolumuz Cafer-i Sâdık’tan gelir” diye uzun uzun bir Cafer-i Sâdık motifi işlemiştir kitabında. Nakşibendîlerin esas kaynaklarından biri olan bu metninde, tıpkı önceki “Tezkiret’ül Evliya”larda olduğu gibi, çizilen Cafer-i Sâdık portresi, Sünnîleri de, Şiileri de birleştirecek olan figürlerden bir figürdür. Nasıl ki İmam-ı Ali’de ittifak ediyorsa bu iki grup, Cafer-i Sâdık’ta da, aynıyla birleşirler. Cafer-i Sâdık’ı kabul etmeyen ne Sünni ne Şii müntesip vardır çünkü. Bakın şimdi ne oldu? Diğer yollar ve yöntemler ancak düşmanlığa varan bir buğza sebep olurken tasavvufi anlayış geldi ve zıtlar içindeki birliğe vurgu
yaparak dikey bir sıçrama, tekâmül noktası oluşturdu. Tasavvuf neş’esi Sünnîlik içersinde ekseriya kabul görmüş olmasına rağmen Sünnîlerin Vahhabilik gibi versiyonları tasavvufa karşı gelmiş ve dışlamıştır. Aynı şekilde Şianın içerisinde de Şianın abidlerini kabul eden fakat ariflerini kabul etmeyen bir görüş vardır. Şianın içerisinde de radikal molla gruplar
vardır ve tasavvufa karşıdırlar. Tarihi seyir içinde baktığımızda, Ağnudî, “Bu sûfîlerin hepsi kafirdir” diyen bir Şii mollasıdır meselâ. Bu sebeple çoğunluğu sûfîleri kabul etmişse de reddiyeciler de vardır.
Tıpkı Sünnilerin kutuplaşmalarında şahit olduğumuz gibi. Mesele, maksada varmak için tabi oldukları yolların dikey teamülü hesaba katıp katmamasıyla ilgilidir. Yakın tarihimizde bu konuda büyük ayrışmalara merkezlik etmiş meşhur bir isim vardır.
Eserleri üniversitelerde ders kitabı olarak okutulduğu gibi mezhep sahiplerinin de başucu kitabı konumundadır. Bu açıdan bu konuda bazı hususların tebarüz ettirilmesinin, ilim ehli ve tarikat müntesipleri için faydalı olacağı kanaatini taşıyorum.
HAYVANI SEN GEÇMEDİN İNSANI ARZULARSIN
Son asırda Abdülbaki Gölpınarlı Bey, doçent ünvanıyla üniversiteden uzaklaştırılmış bir edebiyat tarihçisidir. Bir tasavvuf tarihçisi değildir; Farsça, Caferî kökenli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir İstanbul’da. Binaenaleyh Farsça’yı çok iyi bilmektedir ve edebiyat ile ilgilenmektedir. Edebiyatla, özellikle Fars edebiyatıyla ve Türk Edebiyatıyla ilgilenirseniz, ister istemez bir müddet sonra karşınıza tasavvuf çıkacaktır.
Tasavvufu bilmeden Türk edebiyatını, Fars edebiyatını bilmek mümkün değildir. Bu edebiyatın bütün anahtar kelimeleri tasavvuftadır. Tasavvufu bilmezsen edebiyatı bilemezsin. İşte edebiyat üzerinde çalışa çalışa edebiyattan tasavvufa intikal etmesi
icap etti Abdulbaki Bey’in. Fakat intikal etmesi de kalben değil; bunun bir çok şahidi de olmuştur yakınlarından. Tasavvufa yönelir ama bir çok şeyhe söver durur; İbn’ül Arabî’yi tekfir ederdi. Sebebi şudur: Bir dönem bazı Melamilerden istifade etti, Melamiler ona malzeme sundular. Özellikle Rumeli Melamileri dediğimiz Melami dostlar kendisine malzeme sundular ve Hazret bir kitap yazdı. Ama sonra bin pişman oldu. Keşke Hamzavilerden istifade etseydim; Melamileri çok büyütmüşüm gözümde aslında o kadar büyütülecek insanlar değillermiş. Bu kitabı 28 yaşlarında yazdım ama şimdiki aklım olsaydı bu şekilde yazmazdım” diye bir çok kişiye söylemiş. Yeniden gözden geçiriyordu, yeni haliyle yazacaktı, ömrüvefa etmedi.
SEN KENDİNİ BİLMEDİN SÜBHANI ARZULARSIN
Mevleviliğe girmesi de tamamen edebiyatla musikiyle alakalıdır; seyr-u sülük anlamında bir mürşidin elini tutmuş değildir. Dolayısıyla Abdülbaki Gölpınarlı’nın yapmış olduğu tercümelerde de fahiş hatalar bulunabilmektedir. Niye? Doktrini bilmiyor çünkü. Vahdet-i vücut/ şühud tasavvufun özüdür; onu bilmiyor. Vahdet-i vücudu bilmeyen, vahdet-i şuhudu bilmeyen, cem’ul cem nedir bilmeyen, tecelli zat nedir bilmeyen, tecelli sıfat nedir bilmeyen birinin kalkıp tasavvuf doktrini üzerine bir şey söylemesi kusura bakılmasın; tartışılır. Siz bir edebiyatçısınız, tasavvuf edebiyatına dair metinleri neşredebilirsiniz, belki tasnif de edebilirsiniz; ama tasavvuf konusunda hüküm vermeye kalkarsanız ciddi problemler doğar. Nitekim Abdülbaki Bey’in bütün eserleri böyledir. Dahası, arkasından gelen nesle de çok kötü bir örneklik teşkil etmiştir. Ondan sonradır ki denize dalmayan herkes tasavvufi metinleri anlamaktan bahseder olmuştur… Dolayısıyla tasavvuf konusunda Abdülbaki Bey’i otorite olarak almak mümkün değildir. Yakından tanıyanlar ahlâken de zaten müsait olmadığını söylüyorlar. Benim şahsi görüşüm de bu yöndedir. Ömrünün son on yılında, köken olarak Caferî bir ailede geldiği için, Caferîliği yeniden keşfetme hevesine kapıldı. İran mollalarıyla çok sıkı dirsek temasına girdi. İran’dan kendisine çok kitap getirildi. Dolayısıyla Caferîliği keşfetti yeniden ama Caferîliğin içindeki o irfani özü göremedi. Caferîliğin fıkıh kitaplarını okudu. En son bir ilmihal tercüme etti, Caferîliğin fıkhi yönüyle ilgilendi. Caferîliğin içindeki o tasavvufi yönü göremedi. O yüzden bu alandaki sözleri de bir kıymete haiz değildir.
OLACAKSAK HZ. MEVLANA GİBİ MOLLA OLALIM
Şimdi bunları niçin zikrettim? Çünkü tesiri bütün topluma şamil bir zıtlaşmanın sebebi olan eserler ve şahıslar resmi eğitim anlayışımızı şekillendiriyor hâlâ. Hakkı en uygun üslup ile söylemek lazım. Şimdi deniyor ki “Biz de Muhammed (s.a.v.) diyoruz; biz de şer’-i Ahmed diyoruz…” Bu mollaların anlayacağı bir düzey değildir. Anlama davasında bulunup eser yazarlarsa çok can yakarlar. Yarım hoca dinden eder misali insanı dinden ederler… Mollaların bu yolda çok fırın ekmek yemesi lazımdır. O zaman belki bir Hz. Mevlâna olurlar. Mevlâna molladır, Molla Hüdâvendigâr’dır esas ismi, medrese mollasıdır, medrese hocasıdır. “Aşk peygamberi” olarak tanımlanan Mevlâna, zannetmeyin ki başka bir gezegenden gelmiştir, Hayır, medrese sıralarından geçerek, rasyonel bir takım dini ve dini olmayan ilimler tahsil ettikten sonra içe girmiş bir kimsedir. Bir mürşidden el tuttuktan sonradır ki dikey tekamüle geçebilmiştir. Ancak ondan sonra Sultânul Âşıkîn olmuştur.
Yıllar önce Roger Garaudy isimli bir Fransız düşünür Müslüman olmuştu. İlk seyahatini Türkiye’ye yapmıştı. Bundan 30 sene evveldi yanılmıyorsam ben üniversite son sınıf öğrencisiydim. Uç sol grupta yer alan gazetecinin biri kalktı ve şu soruyu sordu: -“Efendim biz sizi tanıyoruz. Siz önce Sovyetler birliği çizgisinde bir Marksist’tiniz. Marksist Leninist Stalinisttiniz. Sonra Stalinizmle problemlerininiz olmuştu Marksist Leninist kaldınız. Sonra da dediniz ki ben Marksizim ve Leninizm’le bağlarımı kopardım. Ben artık Marksist Leninist değilim; bir müddet de öyle durdunuz. Budizm’le de bağlarınız zayıfladı. Şimdi buraya geldiniz. Duyuyoruz ki ben Müslüman oldum diyorsunuz.
“Bundan sonra ne olmayı düşünüyorsunuz? Yaklaşık yarım dakikalık bir sessizlik, ardından konumuzla alakalı harika bir cevap, hiç unutmuyorum; dedi ki: -“İnsan bu dünyaya arayış içerisinde gelir, arayış insani bir eylemdir, bu dediklerinizin hepsi doğru, ben oralardan geçtim fakat gittiğim her yerde, her akımda, her grupta aslında aradığım bir şey vardı. Oradan bulacağım niyetiyle girdim, bu bir yüzeysel arayıştı, yüzeysel arayışı bitirdikten sonra orayı kazmam icap ediyordu, nereye geldimse kazdım altından bir şey çıkmadı. Şimdi öyle bir sahanın üzerine geldim ki adı İslam dini, ve şimdi de arayışım bitmeyecek, arkadaşım doğru söylüyor; arayışım devam edecek. Ama bundan sonra bu üstüne geldiğim alanı kazmaya başlayacağım. Ve daha kazmadan üzerinde bulunduğum alanın altında bir şeylerin fokur fokur kaynadığını hissedebiliyorum. Burada petrol mü var, maden mi var, ne varsa fokur fokur kaynıyor. Dolayısıyla şimdiye kadar kazacağım alanı aramışım, şimdi o alanı buldum, yatay arayışım bitti ama dikey arayışım devam edecek…”
İSLAM’I BULDUNUZ ŞİMDİ DE İMANI ARAYIN
Sanki ayet-i kerime gibi geldi bu sözler kulağıma. Hani bedevilere hitaben, “İman ettik demeyin, Müslüman
olduk deyin” buyrulduğu gibi. Müslüman olmak yatay bir ilerleme; buldunuz İslamı o alanı buldunuz, şimdi dikey ilerlemeye geçin artık; iman basamaklarında ilerleyin. Netice-i kelam, bir bilgi ancak o bilginin kaynağından beslenen kişiden sadır olursa bir anlam taşır. Aksi takdirde ancak kavga gürültü sebebi olmaktan başka bir işe yaramaz. Hep de böyle olmuştur.
[toggle title=”Yazar Hakkında” state=”open” ]Prof. Dr. Mahmut EROL KILIÇ / Alıntı: Yenidünya dergisi Nisan 2011 Sayısı[/toggle]