Halvet Nedir ?
Zâhid ve mutasavvıfların en belirgin özelliklerinden biri yalnız yaşamayı tercih etmeleri ve Hak’la olmak için halktan ayrı kalmaya önem vermeleridir. Başlangıçta, toplum hayatını terkedip evinin bir köşesinde inzivaya çekilen veya ıssız yerlerde yaşamayı tercih eden zâhidler daha sonraki dönemlerde de bu âdetlerini sürdürmüşler, bazı mutasavvıflar ve tarikat mensupları bu yolda onları takip ederek halveti tasavvufî hayatın bir unsuru haline getirmişlerdir.
Mutasavvıflar, halvetin dinî hayat açısından önemini göstermek için Hz. Peygamber’in halvetten ve yalnızlıktan hoşlandığını, zaman zaman Mekke yakınındaki Hira mağarasına çekilip burada inzivâ hayatı yaşadığını ve itikâfa girdiğini ifade ederler (Buhârî, “Bedʾü’l-vaḥy”, 3; Müslim, “Îmân”, 252); ıssız bir yerde Allah’ı zikredip gözü yaşaran kimsenin âhirette imtiyaz sahipleri arasında bulunacağına dikkat çekerler (Buhârî, “Eẕân”, 36; Müslim, “Zekât”, 91).
Resûl-i Ekrem’in bu sünnetine uymanın yanı sıra toplumun bozulması, din ve ahlâk dışı davranışların yaygınlaşması, zulüm ve haksızlıkların artması gibi olumsuz gelişmelere karşı verdikleri mücadelenin başarıya ulaşamayacağı kanaatine varan bazı zâhid ve sûfîler, hiç değilse kendilerini kurtarmak ve daha fazla günaha girmemek için bir köşeye çekilmeyi, zorunluluk bulunmadıkça toplum arasına girmemeyi tercih etmişlerdir. Bir kısım zâhid ve sûfîler daha da ileri giderek evlerini terketmişler, mezarlıklarda, viranelerde, harabelerde, hatta bazıları mağaralarda yaşamaya başlamışlar, bu yüzden “şikeftiyye” diye tanınmışlardır (el-Lümaʿ, s. 527; et-Taʿarruf, s. 21). Bunların bir kısmı son derece basit barınaklarda yaşar, bazıları da yerleşim bölgelerinden uzak yerlerde veya evlerinin bir köşesinde tek başlarına hayat sürecekleri ve ibadet edecekleri küçük birer ibadethâne yapardı. Savmaa, mihrap, zâviye ve mescid gibi adlar verilen bu tür yerlerde tek başlarına yaşayan münzeviler sadece cuma ve cenaze namazları için yerleşim bölgelerine giderlerdi. İçlerinde toplum hayatına hiç karışmayanlar da vardı.
Kahire’de Mukattam dağı, Suriye’de Lükâm dağı, Beyrut’ta Lübnan dağları, Filistin’de Beytülmakdis dağı, Sînâ çölünde Tûr dağı, âbid ve zâhidlerin inzivâ hayatı yaşadıkları meşhur yerlerdir. Diğer bölgelerde de bu tür yerler vardı (İbnü’l-Cevzî, IV, 344-345). Zünnûn el-Mısrî gibi büyük sûfîler bile buralarda yaşayan erkek ve kadın münzevilerin yanına gider, onlardan öğüt alırlardı (Kelâbâzî, s. 26). Toplum hayatını tamamıyla terkedip kendilerini ibadete veren, bundan dolayı “târik-i dünyâ” denilen bu münzevilerin yanı sıra bütün âbidler, zâhidler ve sûfîler halvetin lüzumuna inanırlar. Ancak bunlar halvetin şekli konusunda farklı kanaatlere sahiptir. II. (VIII.) yüzyılda zâhidler insanlar arasında bulunmayı pek hoş karşılamaz, “ihtilât, muhâleta, hilta” dedikleri bu halden sakınır, fakat mutlak anlamda inzivaya çekilme ve dünyayı terketme cihetine de gitmezlerdi. Onlara göre zâhid ve sâlik bedeniyle toplum içinde, gönlüyle Allah yanında olmalıdır. “Zâhirde halk ile, bâtında Hak ile olmak” şeklinde ifade edilen bu anlayışa göre insanın Hak ile bulunması için halktan ve toplumdan kopması gerekmez. İnsan halk içinde bulunurken de halvette olabilir. Bu anlayış, sonraki dönemlerde Nakşibendîler’ce “halvet der-encümen” şeklinde ifade edilmiştir.
IV. (X.) yüzyıldan sonra bir şeyhin gözetiminde çilehâne veya halvethâneye girip erbaîn çıkarmaya da halvet denilmiştir (bk. ÇİLE; ERBAÎN). Gazzâlî bu tür halveti şöyle tasvir eder: Sâlik, dış dünyaya ait bilgilerin göz ve kulak gibi duyu organlarından zihne gelmesini önlemek için tek başına karanlık bir odaya girer. Böyle bir yer bulamazsa bir örtüyle başını örterek dış dünya ile olan temasını keser. O zaman Hakk’ın hitabını işitir ve ilâhî tecellileri temaşa eder. Hz. Peygamber’e, “Ey örtünen” (el-Müzzemmil 73/1); “Ey bürünen” (el-Müddessir 74/1) şeklinde hitap edilmiş olması mârifetin bu yolla elde edilebileceğini gösterir (İḥyâʾ, III, 74). Bu tür halvetin gayesi ruhu arındırmak suretiyle mârifet ve keşfe hazırlanmaktır. Gazzâlî, halvete ve inzivaya çekilmenin faydalarını anlatırken bu durumda insanın daha çok ve daha ihlâslı ibadet edeceğini, riya, gıybet ve yalan gibi günahlardan korunabileceğini, fitne ve fesattan uzak kalabileceğini, halkın eza ve cefasından kurtulabileceğini, halktan bir beklentisinin olmayacağını söyler. Daha sonra da halvet hayatındaki sakıncalara dikkat çeker (a.g.e., II, 223-235).
Tasavvufta halvet kadar sohbet ve hizmet de önemlidir. Sohbet ve hizmet için insanların arasında ve toplumun içinde bulunmak gerekir. Bundan dolayı İbrâhim b. Edhem, Dâvûd et-Tâî ve Fudayl b. İyâz gibi zâhidlerin halvet hayatını tercih etmelerine karşılık Saîd b. Müseyyeb, Abdullah b. Mübârek ve Şa‘bî gibi zâhidler sohbetin daha faziletli olduğunu söylemişlerdir. Bazı mutasavvıflar da hayatlarının bir bölümünü halvette geçirmişler, bir bölümünü de sohbet ve hizmete ayırmışlardır. Tekke mensuplarından kimi halvet, kimi sohbet, kimi hizmet ehlidir. Bu zümreler aynı tekkede aynı zamanda birlikte yaşar. Böylece halvetten, sohbetten ve hizmetten beklenen fayda hâsıl olur (İzzeddin el-Kâşî, s. 157).
Zâhid ve sûfîlerin halvet hayatı ve bu konudaki fikirleri Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Takıyyüddin İbn Teymiyye ve İbn Kayyim gibi âlimler tarafından eleştirilmiştir. İbnü’l-Cevzî, Gazzâlî’nin, “Halvette Allah’ın hitabı işitilir ve tecellileri temaşa edilir” demesinin büyük bir hata olduğunu, böyle şeyler işitilse ve görülse bile bunların zihin bozukluğu sonucunda ortaya çıkan birtakım vesvese ve hayaller kabul edileceğini ileri sürer (Telbîsü İblîs, s. 279). Halveti sünnet ve bid‘at olmak üzere ikiye ayıran İbn Teymiyye halvetle ilgili hadislerin çoğunun zayıf, bir kısmının da uydurma olduğunu söyler. Ona göre Ebû Tâlib el-Mekkî ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi mutasavvıfların tasvir ettikleri yeme, uyuma ve konuşmayı en aza indirme esasına dayanan halvet bid‘at olup birtakım şeytanî hallerin doğmasına yol açar. Halvette ezansız ve mescidsiz yerlerin seçilmesi de yanlıştır. Cemaatten ayrılma anlamına gelen halvet bid‘attır, sünnete uygun halvet ise faydalıdır (Mecmûʿu fetâvâ, X, 403-407, 425; a.mlf., el-Furḳān, s. 83). Halvetin bid‘at olan şekillerinin hıristiyan ruhbanlığı ve Hint münzevileriyle benzerliği söz konusu edilerek bu tür âdetlerin dışarıdan kaynaklandığını ileri sürenler de vardır (Nicholson, s. 47, 48, 59).
BİBLİYOGRAFYA
Tehânevî, Keşşâf, I, 503; Buhârî, “Bedʾü’l-vaḥy”, 3, “Eẕân”, 36; Müslim, “Îmân”, 252, “Zekât”, 91; Serrâc, el-Lümaʿ, s. 277, 527; Kelâbâzî, et-Taʿarruf, s. 21, 26; Ebû Tâlib el-Mekkî, Ḳūtü’l-ḳulûb, Kahire 1961, I, 199, 203; Sülemî, Ṭabaḳāt, s. 21, 199, 526; Ebû Nuaym, Ḥilye, II, 208, 243, 245, 247, 295; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 239, 266, 271, 739; Herevî, Ṭabaḳāt, s. 226; Gazzâlî, İḥyâʾ, II, 221-243; III, 56-74; IV, 323, 330, 331; Ebû Mansûr el-Abbâdî, Ṣûfînâme (nşr. Gulâm Hüseyn-i Yûsufî), Tahran 1347 hş., s. 107; Attâr, Teẕkiretü’l-evliyâʾ, s. 149, 227, 581, 785; İbnü’l-Cevzî, Ṣıfatü’ṣ-ṣafve, II, 8, 278; III, 136, 144; IV, 344-345; a.mlf., Telbîsü İblîs, s. 278, 279; Sühreverdî, ʿAvârifü’l-maʿârif, Beyrut 1966, s. 207, 542; Necmeddîn-i Dâye, Mirṣâdü’l-ʿibâd, Tahran 1366 hş., s. 155, 160; İbnü’l-Arabî, el-Fütûḥât, II, 198; III, 198, 207; a.mlf., er-Risâletü’l-envâr: Nurlar Risalesi (trc. Mahmut Kanık), İstanbul 1991, s. 22; a.mlf., Ḫalvetü’l-muṭlaḳa, Kahire, ts.; İbn Teymiyye, Mecmûʿatü’r-resâʾil, II, 85; a.mlf., Mecmûʿu fetâvâ, X, 403-407, 425; XXVI, 194; a.mlf., el-Furḳān, Kahire 1387, s. 83; İzzeddin el-Kâşî, Miṣbâḥu’l-hidâye, Tahran 1367 hş., s. 157-171; İbnü’l-Hatîb, Ravżatü’t-taʿrîf (nşr. Abdülkādir Ahmed Atâ), Kahire 1387/1968, s. 654; Zerrûk, Ḳavâʿidü’t-taṣavvuf, Kahire 1388/1968, s. 67; Münâvî, el-Kevâkib, I, 15; Ankaravî, Minhâcü’l-fukarâ, Bulak 1256, s. 157; Ebü’l-Alâ Afîfî, et-Taṣavvuf: es̱-S̱evretü’r-rûḥiyye fi’l-İslâm, Kahire 1963, s. 145; Nureddin İsferâyînî, Risâle der Dervîşî Sülûk ü Ḫalvetnişînî, Tahran 1356 hş., s. 17; R. A. Nicholson, Fi’t-Taṣavvufi’l-İslâmî ve târîḫih (trc. Ebü’l-Alâ Afîfî), Kahire 1969, s. 47, 48, 59; H. Landolt, “Khalwa”, EI2 (İng.), IV, 990-991.
Kaynak: TDV İslâm Ansiklopedisi 15. cildi, 386-387