En faziletli zikir ‘la ilahe illallah’tır
* Zikir, anmak, yâd etmek, bir şeyi çokça anmak gibi manalara gelir. Ama bizim medeniyet dünyamıza baktığımızda zikir daima Allah Teâlâ ile irtibatı diri tutmak, sözle, fiille Cenâb-ı Hakk’ın isimlerini, zâtını, hukukunu unutmamaya çalışmak, hayatını bu zikir ve fikirle geçirmektir. Bir kişinin kulluğunu hatırlaması da aslında zikirdir. Kulluk o kadar büyük bir nimettir ki, kul ile Allah Teâlâ hiç ayrılmadığından kulluğu zikretmek yani unutmamaya çalışmak tabiatıyla Cenâb-ı Hakk’ı zikretmeye kişiyi götürür.
* Kur’an-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak, kâinatta ne “şey” varsa, yani canlı cansız ne yaratılmışsa hepsinin Allah Teâlâ’yı tesbih ettiği yani kendi lisanlarıyla Allah Teâlâ’yı zikrettiği beyan edilmiştir ve ayeti kerimeler de ağaçların, taşların ve hayvanların her birinin kendine mahsus zikri olduğu işaret edilmiştir. Bu mevcudat içerisinde en şerefli ve en yüce yaradılışa sahip olan insanın Rabbini zikretmemesi mümkün müdür? Elbette olmamalıdır ve aslında herkes Allah Teâlâ’yı zikretmektedir.
* İnsandaki hücrelerden zerrelere kadar hepsinin kendine mahsus tesbihatı olmasının yanında inşan vücudundaki hücreler günde en az beş vakit aldıkları komutla adeta içtimaya durur gibi bir pozisyon alıyorlar. Bu tıbben tespit edilmiştir. Belki bunlar biraz daha ince mevzular, kalbimizi ele alalım bir kulak verelim. Kalbimiz belli bir ritimle daima Allah zikriyle meşguldür. Ya alıp verdiğimiz nefes? İnsan “hu huu” nefesiyle hayat bulur, yaşamını idame ettir. Huu nefesi durduğunda insanın hayatı da durmuş olur. Yani insan aslında zikre bağlıdır. Zikirle hayat bulmaktadır.
* Bazılarınız şu soruyu sorabilir. Peki, insan böyle zaten zikrediyorsa Cenâb-ı Hak niçin ayrıca zikretmeyi emrediyor? Yahut niye efendimiz (s.a.s.) zikrin faziletini, bereketini bu kadar çok anlatıyor? Bunun cevabı çok kolay olmakla beraber muhteşemdir. İnsan en şerefli mahlûktur. İnsanın en büyük özelliklerinden birisi de yaptığı fiili ve işi, idrak ve niyetle yapmasıdır. Hayvan nefes alır verir, ‘hu huu’ diye zikreder fakat o bu durumdan habersizdir. Zikri idrak edemez. İşte bu çok önemli bir farktır. Daha da önemlisi Allah’ı inkâr eden bir kâfirin kalbi de ‘Allah Allah’ diye atar. Fakat o kişi bu zikirden gafil olduğu için kâfir sıfatlı olmuştur. Hâlbuki insan zikrettiğini fark ettiği için, iman sıfatlı bir “mümin” olmuştur.
ALLAH TEÂLÂ’YA HER TÜRLÜ İBADET VE RIZAYA UYGUN ŞEKİLDE KULLARA HİZMET, ZİKİRDİR…
* Zikir sadece dille olmaz. Hatta olmamalıdır. Bir insan “ekmek, ekmek, ekmek” diye diliyle söyler fakat işini doğru yapmaz, mesaisini harcamaz ve çalışmazsa ekmeğine ulaşabilir mi? Dildeki ekmek sözünün fiil ve hareketteki ekmek arayışı ile birleşmesi lazımdır. Bununla beraber sadece dil ile bile Allah Teâlâ’yı zikretmenin kişiye sayısız faydaları vardır. Ama Cenâb-ı Hakk’ın kullarından muradı, dildeki zikrin kalple buluşması, kalbin nurlandıktan sonra aklı kuşatması, o aklın idaresinde azaların beden ve ruhun rızaya uygun şekilde zikrin hedeflerine koşmasıdır. Bunlardan birisi eksik kalırsa o kişinin ahlâki gelişimi ve tekamülü eksik kalır.
* Düşmüşlerin elinden tutmak, mazlumlara yardımcı olmak, işi güzel yapmak, aile efradından bile olsa çocuklarla ilgilenmek, yetimler öksüzlerle yardımlaşmak, hasta bakmak, sadaka vermek hatta insanların yolu üzerinde bulunan bir çöpü, taşı alıp kenara koymak, tiksinecekleri bir şeyi yollarından defetmek, müminlere tebessüm etmek, canlılara güzellikte bulunmak… Bunların hepsi gönülde Allah muhabbetini tazeleyen zikirlerdir. Dil, zikir ve bu fikirler bir şuurla koordine olurlarsa bunu başaran kişi bütün benliği ve varlığıyla Allah’ı zikretmiş olur. Yukarıda saydığımız fiilleri karşılığını sadece Allah’tan bekleyerek yaparsa dili suskun bile olsa azaları ve vücudu Rahman, Rahim, Kerim, Muin, Kuddus, Selam, Mümin, Kavi, Kadir, Gaffar, Settar, Alîm, Halîm, Vedud, Samet, Allah, Allah, Huu, Huu diye zikreder. Hizmetler ne kadar çeşitli olursa, Allah Teâlâ’nın da isim ve zikir tecellileri o kadar çok olur ve kişinin olgunlaşmasına, her birinin ayrı ayrı katkısı ve güzelliği olur. İbadet ve hizmet fiili olarak zikirdir.
* Zikreden elbet arzu ettiğini, talep ettiğini eninde sonunda bulur. Kul, Allah’ını zikrettiği anda bilmelidir ki Allah Teâlâ da onu zikretmekte ve ona yakınlığını bahşetmektedir. Bu dünyaya geliş ve gidişten gaye, rabbimizi tanımak, zikrettikçe onu tanımak, tanıdıkça da zikrimizi artırmaktır. Şu unutulmamalıdır ki Allah Teâlâ’yı hakkıyla zikir mümkün değildir. Dolayısıyla biz Cenâb-ı Hakk’a karşı zikirle acizliğimizi arz eder ve bu zikirle boynumuzu kullukla onun önünde eğeriz.
* * *
GÜNÜN YAZISI
DAİMİ ZİKİR
Dostlar daha evvelki yazılarımızda namazın en büyük zikir olduğunu, ayeti kerimelerle ifade etmiştik. Bazıları namazın ve Kur’an’ın zikir için yeterli olduğunu ayrıca zikretmenin lüzumsuz olduğunu, gafletle ilimsiz ve edepsiz şekilde iddia etmektedirler. Hâlbuki Kur’an-ı Kerîm de namazdan ayrıldıktan sonra Allah’ı zikretmeye, emirle teşvik vardır. Yine Kur’an-ı Kerîm’de “Allah Teâlâ’yı çokça zikrediniz” mealinde ayetler vardır. Ayrıca Efendimiz (s.a.s.) sünneti seniyyesinde, tatbikatında yukarıda anlattığımız ölçülerde zikrettiği aşikârdır. Sahabeyi kiram hazaratı bilhassa Ashabı Suffe, zikir, ibadet ve tefekkürle meşgullerdi. Ebu Hureyre (r.a.)’ın, Sad ibni Ebi Vakkas hazretlerinin tesbih adetlerini unutmamak için iplere düğümler atarak (o zaman tesbih bulunmadığı için) zikrullaha ve belli adet ve sayılarda zikre rağbet ettiklerini görmekteyiz. Hatta bir sahabinin onikibin düğümlük ipi olduğunu, ashabın hayatını anlatan tarih kayıtlarında görmekteyiz. Namaz sonrası tesbihler, ayrıca yirmidört saat içerisindeki sünnet tesbihler mümin olan kişiye en çok lüzumlu olan zikirlerdir. Ama ayrıca kişinin kelime-i tevhid biriktirmesi, sünnet olan bazı tesbihleri adetlerine riayet ederek okuması, müminin sıhhat ve şifası için muhakkak lazımdır.
* En faziletli zikir ‘la ilahe illallah’tır. Kişi içinden ‘Muhammedün Resulullah’ı düşünerek bu zikirle meşgul olması, günahları sildiği gibi onu rızaya yaklaştıracaktır.
* * *
GÖNÜL SAHİFESİ
Yavuz Sultan Selim Han, şirpençe denilen zehirli bir çıban olarak kendini gösteren bir hastalığa tutulmuştur. Âlemi Cemal’e göçme vakti yaklaşmıştır. Ateşler içinde döşeğine uzatılmış hekim tedavi için başucunda durmaktadır. Bu arada hatırlatalım kendi padişahlığı döneminde Osmanlı topraklarını üç kat büyüten, Anadolu’yu fitneye verip kardeşi kardeşe düşürmek isteyen Şah İsmail’i tepeleyen ve adaletten uzak, sünneti seniyyeyi terk eden hilafet makamını işgal eden mukaddes emanetleri ayağa düşürmeden devralıp hilafet makamını Osmanlıya getiren bu büyük Allah velisi padişah ömrü boyunca tahta döşekte yatmıştır. Tarih kitaplarının kaydına göre hayatında yumuşak yatakta hiç yatmamıştır. Hekim padişahı kontrol eder yüzündeki ifade pek hoş değildir. Sultan Selim Han kendinden geçmiş vaziyette ateşler içerisinde yatmaktadır. Sadrazam hekimbaşına sorar “Durumu nasıl?” hekimbaşı, “Hiç iyi değil efendim” “Peki ne yapacağız ne tavsiye edersin?” hekimbaşı “Efendim artık ilaç, tedbir kâr etmez, iş Allah Teâlâ’ya kalmıştır, hastaya ve size tavsiyem Allah zikriyle meşgul olmanızdır” deyince o anda kendinden geçmiş zannettikleri Sultan Selim Han gözlerini celalli bir şekilde açıp hekimbaşına bakarak adeta gürler “Hekimbaşı, hekimbaşı edebe davet ederim, sen bu mübarek emanet ve vazife altındayken bizi Allah Teâlâ’nın zikrinden gafil olduğumuzu mu düşünürsün? Cenâb-ı Hak şahidimdir ki her umurumda (yaptığım işlerde) daima Allah’ı zikreder ve Rabbime hamd ü sena olsun ki şu illet (hastalık) gelmezden evvel de beni yatağa düşürdüğünde de bir an olsun Cenâb-ı Hakk’ın zikrini bırakmadık. Ben hakkıyla zikredemediğim için Allah Teâlâ’dan istiğfar ediyorum ama sen de derhal bu sözünden tövbe ve istiğfarda bulun, zira bu da bir nevi gaflettir, feraset yoksunluğudur. Zikreden bir kulda bu nevi irfansızlıklar olamaz, olmamalıdır.” Sultan Selim Han bu sözleri söyledikten sonra yorgun vaziyette gözlerini yummuş. Ama Hazreti Ömer (r.a.) mizacında olan Sultan Selim Han ölüm döşeğinde bile etrafını ikaz ve irşadda bulunmuştur.
* * *
AYET-i KERiME
Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur.
Rad 28
İnsan sadece fiziki varlıktan ibaret değildir. İnsanı manevi cephesiyle tatmin etmeyen ve o maneviyatla buluşturmayan zahiri nimetler kalbi ve ruhu tatmin etmez. İnsan ancak Allah zikri ve ibadetle huzur bulur.
* * *
Hz. İnsan’dan insana sesleniş
HADiS-i ŞERiF
“İçerisinde Allah zikredilen evlerin misali ile içerisinde Allah zikredilmeyen evlerin misali, diri ile ölünün misali gibidir”
Buhârî
Zikirle sadece insanın kendisi hayat bulmaz. Allah’la gönül bağı olan insanlar ailelerine, etraflarına hatta yerde biten otlara kadar feyiz, bereket ve nur bahşederler. Yani Allah Teâlâ kulundan bu güzellikleri etrafa yayar, hayatiyet ve huzur verir.
M. FATİH ÇITLAK