Emperyalizmin Soğukluğuna Karşı İslâm’ın Sıcaklığı
Yeryüzü Hz. Âdem’in (as) yaratılışından bu yana hak ile bâtılın, zâlim ile mazlumun mücâdelesinin devâm edegeldiği bir yer olmuştur. Her zaman en iyiye sâhip olmak isteyen zihniyetin ilkinin şeytanda, ikincisinin ise Hz. Âdem’in (as) oğlu Kâbil’de ortaya çıktığı görülmektedir. Yeryüzündeki hilâfetinin ilk zamanlarında bile kalbinde/gönlünde ve nefsinde kanaatsizlik hastalığı olduğu gözlenen insanoğlunun, mâsum demeden, güçsüz, savunmasız gözetmeden kendi çıkarları doğrultusunda insanları katletmesini, kendinden başka hiçkimse yokmuş gibi davranmasını ve dünyâyı yakıp yıkmasını insanın şeytânın esiri olmasından başka bir cümleyle açıklayamayız. Bu sıkıntılı ruh hâlinin Avrupaî tabiri ise ‘Emperyalizm’dir. Emperyalizm; dünyâdaki güç dengesini devamlı elinde tutmak isteyen, kendi menfaatleri/çıkarları uğruna dünyâdaki diğer insanların varlığını ve hukûkunu hiçe sayan, kavmiyetçilik ve ırkçılık mefhumlarını ön plana çıkarıp İslâm’ın öngördüğü adâlet ilkesini yok etmeye çalışan projenin adıdır.
Emperyalizm, dünyâdaki zengin azınlığın günden güne güçlenmesi ve fakir çoğunluğun bîçâre hâle gelmesi demektir. Emperyalizm, kendi hevâ ve hevesleri uğruna insanları yerinden/yurdundan etmek demektir. Emperyalizm sömürü demektir. Emperyalizm; insanların sınıflara ayrılması, marjinalleşmesi, yoksulluğun ve sefâletin artması demektir. Emperyalizm, yardımlaşma ve dayanışmanın yok olması demektir. Ama en ilginç olanı da bu durumun yardım etmek adına yapılmış olduğunun dillendirilmesidir. Bugün dünyâdaki savaş alanlarına baktığımızda savaşın mağdurlarının hep yerli halk olduğunu görürüz. Evleri yıkılan, düzenleri bozulan ve göç etmek zorunda kalan insanlar hep mazlum yerli halktır. (Güya) savaş alanına barışı götürmek için giren güçlerin ise savaştan nemalanan, ‘insanların yaralarını sarıyoruz’ derken yaraları büyütüp yeni yaralar açan kesimler olduğunu görürüz. Oysa onlar kendi söylemlerince bölgeyi huzûra kavuşturmak, terörü sonlandırmak ve insan haklarını korumak için oralara gitmişlerdir. Fakat durumun dedikleri gibi olmadığı açık ve anlaşılır tarzda gözlemlenmektedir. Bu durumu Kur’ân-ı Kerîm şu ifâdelerle belirgin bir biçimde gözler önüne sermektedir; ‘Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman «Biz ancak ıslah edicileriz» derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lâkin anlamazlar.’1 Bugün ne Suriye’de ne Mısır’da ne de Irak’ta bölge halkının haklarının korunduğundan, huzûra erdiklerinden, barış ortamına kavuştuklarından söz etmek mümkün değildir. Her gün yüzlerce mâsum insanın sözde barış uğruna öldürülmesi emperyalizmin ne denli tehlikeli bir silah olduğunu gözler önüne sermektedir. Aynı şekilde Doğu Türkistan’daki, Arakan’daki ve dünyânın muhtelif yerlerindeki Müslümanların durumuna bakıldığında bu zihniyetin ne kadar da tahammülsüz olduğu anlaşılmaktadır. Sâdece Allâh’ın (cc) emirlerine itâat ediliyor diye insanlara zulmetmek elbette îmânın tadını alamayan kimselerden başkasının uygulaması olamaz.
Konuyu bir başka yönüyle ele alacak olursak, emperyalizmin sâdece maddî değerleri yıpratmakla/sömürmekle de yetinmediğini gözlemlediğimiz tesbitinde bulunabiliriz. Bu kemirgen hastalık insanların/milletlerin maddî surlarını yıkarken mânevî açıdan da duygularını yıpratmayı maharet addetmektedir. Hâdiseyi kendi bünyemizde değerlendirdiğimizde bu anlayışın üzerimizde ne kadar etkili olduğunu daha yakından idrâk etmiş olacağız. Bugün televizyon dizileri, evlilik/yarışma programları, internet siteleri/forumları vb. kitle iletişim araçlarıyla taarruz altında bulunduğumuz ve özümüzden/benliğimizden uzaklaştırılmaya çalışıldığımız koskoca bir gerçek karşımızda durmaktadır. İslâm’ın yasakladığı ne kadar husûsiyet varsa hepsinin günden güne ülkemizde yapılan birtakım çalışmalarla meşrû gösterilmeye çalışıldığı herkes tarafından açıkça görülebilecek bir durumdur. İnsanı fıtratından uzaklaştırmaya yönelik bu çalışmalar elbette nesiller üzerinde derin yaralar açmakta ve telâfisi mümkün olmayan hatâlar yapılmasına sebebiyet vermektedir. Bugün gençliğin içerisinde bulunduğu durum Hz. Peygamber’in (sav) oluşturduğu ‘saadet asrı’ gençliğinin durumundan oldukça uzak bir konumda ise, mâneviyatımıza yönelik yürütülen emperyalist çalışmalar amacına ulaşma noktasında epeyce mesâfe katetmiş demektir. Bu cümleden olmak üzere, ilim tahsil etmek üzere meydana getirilmiş müesseselerdeki eğitimini tamamlamış insanların dînî ritüelleri alay konusu yapacak kadar hafife alan bir çizgiye gelmiş olmaları, bu yayılmacı anlayışa karşı İslâm’ı muhafaza ve müdâfaa etmenin ne kadar önemli bir gereklilik olduğunu ortaya koymaktadır.
Bütün bu olumsuz tabloya karşı İslâm; ırkçılığı, kişisel menfaati, kendi yararı için başkasının zarara uğramasını ve suçsuz/mâsum insanları öldürmeyi net bir biçimde yasaklamıştır. ‘Herkesin Allah (cc) önünde eşit olduğu’ temel prensibini gönüllere yerleştiren İslâm, getirmiş olduğu hayat felsefesiyle herkesin dünyâda huzurlu bir şekilde yaşamasının önünü açarken ebedî kalacakları âhireti kazanmaları için de gerekli yol haritasını bireylerin hizmetine sunmuştur. Emperyalist düşüncenin acımasız uygulamalarına karşın İslâm bir insanı öldürmeyi bütün insanlığı öldürmekle eş tutmuş ve mâsumlara/mazlumlara eziyet gösterilmesini kesin bir dille yasaklamıştır: ‘Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur…’2 İslâm darda/zorda kalan insanlara yardım eli uzatılmasını telkin ederken, bu yardımı hiçbir zaman bir karşılık/çıkar pazarlığı olarak görmemiştir. Aksine İslâm’ı kabul etmiş bireyler, yapılan iyilik ve yardımların karşılığının ‘cennet’ olarak âhirette verileceğinin şuuruyla fiillerini îfâ etmişlerdir. Bu durumu Hz. Peygamber’in (sav) hadîs-i şeriflerinde de müşahede etmek mümkündür: ‘Kim dünyâ sıkıntılarından bir sıkıntıyı mü’minden giderirse Allah (cc) da kıyâmet günü onun sıkıntılarından bir sıkıntıyı giderir, kim zorda kalana kolaylık sağlarsa Allah(cc) da ona dünyâ ve âhirette kolaylık sağlar, kim bir Müslüman’ın ayıbını örterse Allah(cc) da dünyâ ve âhirette onun ayıbını örter, kul kardeşinin yardımında oldukça Allah(cc) da kulun yardımındadır.’3 Bununla birlikte ismi ‘barış’ olan bir dînin, dünyâ genelinde ‘savaş’ kelimesiyle iç içe geçmiş bir biçimde gösterilmeye çalışıldığını müşahede etmek insanı taaccüp içerisinde bırakmaktadır.
İslâm, hiçbir şekilde bireyselliği ve ırkçılığı tasvip etmemektedir. Koymuş olduğu ilkelerle ‘ben’ yerine ‘biz’i yerleştirmekte, böylelikle insanoğlunun kibirlenmesini ve ‘ben’ merkezli bir yaşam sürmesini önlemektedir. İnsanların bir ticâret malı gibi alınıp satıldığı bir dönemde İslâm’ın köle ile sâhibine aynı hitâbı yapmış olması, Allah (cc) katında sosyal statünün hiçbir öneminin olmadığının anlaşılması noktasında önem arz etmektedir. İslâm, getirmiş olduğu anlayış ile insana sâhip olduğu konuma güvenmemesi gerektiğini özümsetmiş ve insanların birbiriyle kıyaslanma kriterlerinin maddî unsurlar olmadığına vurgu yapmıştır. Bu minvalde altmış üç yıllık hayâtının her safhasında insanları eğiten Hz. Muhammed Mustafa’nın (sav) vedâ hutbesinde veciz bir şekilde dile getirdiği şu hususlar üstünlük kavramının daha iyi anlaşılmasını sağlayacak niteliktedir: ‘Ey İnsanlar! Dikkat edin: Rabbiniz birdir, babanız (Âdem) birdir. Dikkat edin! Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, kırmızı tenlinin siyah tenliye, siyah tenlinin kırmızı tenliye hiçbir üstünlüğü yoktur. Bunlar birbirlerine karşı ancak takvâ ile üstün olabilirler.’4 Allah-ü Teâlâ insanın neden erkek ve kadın olarak iki ayrı cinsiyetten yaratıldığını açıklarken, kavim ve şûbelere/milletlere ayrılmalarının hikmetini şu şekilde beyân etmiştir; ‘Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.’5 Tanışmak, kaynaşmak ve yardımlaşmak üzere boylara/kabîlelere ayrılan insanoğlunun bu durumu bir üstünlük ve menfaat yarışına çevirmesi, kendisinin fıtratından/aslından oldukça uzaklaştığını göstermektedir. Bununla birlikte Müslümanlar arasındaki ahlâkî yozlaşmanın en büyük sebebini ise Kur’ân’dan ve İslâm’dan kopuş olarak belirtmek yerinde olacaktır.
Genel bir değerlendirme yapacak olursak, Müslümanların içerisinde bulunduğu hazin tablo insanoğlunun şeytâna tâbi olmasının bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Tabii ki emperyalist eğilimin görünen fotoğraftaki olumsuz etkisinden ve acımasızlığından dem vururken, tâbi olduğu dînin emir ve yasaklarını gereği gibi uygulamayan Müslüman toplumunun da bu duruma yaptığı katkıyı gözardı etmemek gerekir. Yapılan ibâdetlerin nefisleri ve nesilleri ıslaha yetmediği gerçeği göz önüne alındığında, bulunulan durumdan şikâyet etmek yerine amellerin ‘ihlas’ faktörünü ön plana çıkararak îfâ edilmesi her açıdan hayrımıza olacak bir durumdur. Müslümanlar olarak İslâm’ın ana çizgilerinden, Allâh’ın (cc) emir ve yasaklarına ittibâdan ödün vermediğimiz zaman iş ve ahvâlimizin düzelmesi noktasında muvaffakiyetleri beklemeye başlayabiliriz. Bunu başarabilmek ise Yüce Rabbimizin Kerîm Kitâbı’nda bildirdiği; ‘Ey îmân edenler! Allâh’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa öylece sakının ve siz ancak Müslümanlar olarak ölün’6 emrine itaat etmekle mümkündür. Netîce itibâriyle Müslümanları hedef alan emperyalizmin ve bunun gibi zararlı akımların soğuk yüzünden kurtulmanın yolu, İslâm’ın net bir şekilde yaşanıp sıcak ve şefkatli yüzünün âleme gösterilmesinden geçmektedir.
Dipnotlar:
[1] Bakara 2/11-12.
2 Mâide 5/32.
3 Müslim, Zikir 11.
4 Ahmed bin Hanbel, Müsned, c.V, s.411.
5 Hucurat 49/13.
6 Âl-i İmran 3/102.
Habib Öztürk