Bidat Gayri Müslimler Gibi Bir Hayat Yaşamaktır
Allah Teâlâ, emir ve yasaklarının yaşanabilirliğini göstermek amacıyla insan bir peygamber göndermiş, o da mü’minlere örnek olmuştur. “Onun getirmiş olduğu İslam’a iman eden, mutlak doğru yolu bulmuş olur.”[1] Bu çerçevede şunu bilmeliyiz ki, Resulullah (s.), hayatın her alanında örnektir. Hatta onu örnek almayanın şu hadiste ifade edildiği gibi imanla bir ilgisi yoktur: “Sizden biriniz (her türlü arzu) ve isteğini getirmiş olduğum şeye (dine) tabi kılmadıkça iman etmiş olmaz.”[2]
İslam’ın ve Resulullah (s.)’ın öngördüğü hayat tarzının karşısındaki her hayat tarzı bid’attır. Bid’at kelimesinin kökü olan “B – D – A” (بدع) bir şeyi örneksiz ve ilk defa yapmayı içerir. Tüm kainatı örneksiz ve ilk defa yarattığı için Yüce Allah “el-Bedi” dir. Bid’at kelimesi kavramsal anlama dönüşürken sünnet karşıtlığını; vahiy ve Hz. Peygamber (s.)’in hayata bakışıyla çatışmayı ihtiva etse de yeni bir yaşam tarzını da önerir. Daha önce ifade edildiği gibi bid’at; sünnetin/ Hz. Peygamber (s.)’in vahiy eksenli dünya görüşünün karşıtıdır. Bu nedenle Hz. Peygamber (s.), kendi hayatından referans almayan bir hayat tarzını, şu buyruğunda olduğu gibi reddetmiştir: “Kimin davranışları bizim davranışlarımız gibi olmazsa onun amellerinin bir değeri yoktur.”[3]
Bir davranışın bid’at olup olmadığının ölçüsünü Kur’an-ı Kerim ve sünnet koyar. Resulullah (s.)’ın şu hadisi bu durumu yeterince açıklığa kavuşturmaktadır: “Sözün en doğrusu Allah’ın kitabı, yolun en faziletlisi de Hz. Muhammed (s.)’in yoludur. Davranışların en şerlisi sonradan ortaya çıkan (Kur’an-Sünnet karşıtı) davranışlardır. (Vahiy karşıtı) bu sonradan ortaya çıkan (düşünce ve) davranışların hepsi bid’attır. Her bid’at sapıklıktır. Sapıklığı tercih eden herkes de cehennemdedir.”[4]
Hadisler böyleyken ve tanımlamayı Resulullah (s.) yapmışken bid’atları hasene ve seyyie diye ayırmak doğru değildir. İmam Şafi’nin (ö: h. 204): “Bid’at iki türlüdür: Övülen ve zemmedilen. Sünnete uygun düşeni övülen, sünnete ters düşeni de yerilen bid’attır.”[5] İfadesi ile İz b. Abdusselam’ın, “Bid’at üç türlüdür: Mübah olanlar, güzel olanlar, şeriata uygun olanlar” şeklindeki taksimi; Şah Veliyyullah Dehlevî’nin “bid’atı hasene ve seyyie” diye derecelendirmesini buraya kadar ki söylediklerimiz ve bundan sonra söyleyeceğimiz sebeplerden dolayı doğru bulmuyoruz. Konuyla ilgili İbni Hazm’ın yaklaşımı daha doğrudur. İbni Hazm derki: “Bid’at; Kur’an’da bulunmayan ve Resulullah (s.)’tan da hakkında bir rivayet gelmeyen tüm işlerdir.” İmam Gazzali’de her yeniliği bid’at saymamış ve şu önemli açıklamayı yapmıştır: “Bir şeyin Resulullah (s.)’tan sonra icad edildiği söyleniyorsa, bunların tümü yasak türden değildir. Yasak olan uygulamalar sabit sünnete ters düşen, yahut şeriatın (yani meşru kılınış sebebi) devam eden bir hükmü ortadan kaldıran bid’atlardır. Zira şartların değişmesi bazı yeniliklerin yapılmasını zorunlu kılmaktadır.” Bunlardan ayrı olarak İbni Hacer el-Askalanî, İbni Hacer el-Heysemî, İbni Recep el-Hanbelî, Burhaneddin ez-Zerkeşi ve Abdullah Dıraz gibi âlimler de Kur’an ve sünnetten referans alan yenilikleri ictihad bağlamında değerlendirip bid’at olarak kabul etmemişlerdir.[6] İmam Şafi vb. alimler bid’at kelimesinin “yenilik” anlamına gelmesinden yola çıkarak böyle bir kanıya varmışlardır. Bu düşünce günümüzde de birçok kimse tarafından kabul görmüştür. Onlar mevlid vb. adetleri, minarelerin yapılmasını bid’at-ı hasene çerçevesinde ele almışlardır. Halbuki ne mevlid ne de minare bid’at olarak ele alınmasını gerektiren bir illeti taşımamaktadır.İnsanlar bid’at diye basit değerlendirmelere saplanır veya yönlendirilecek olurlarsa gerçek anlamda bid’at görmezler.
Bid’atın vahiy-din karşıtı bir hayat tarzı olduğunu kavrayamazlar. Kur’an-ı Kerim, bid’at olarak ortaya konulan yaşayışa ve karşı dine şu ayette açıklık getirmiş ve bid’atın karşı din olduğunu göstermiştir: “Ve onların ardından, peş peşe peygamberlerimizi gönderdik. Onlardan sonra da Meryem oğlu İsa’yı (mucizelerimizle) yolladık ve O’na İncil’i verdik. O’nu (samimi bir iman ve teslimiyetle) izleyenlerin kalplerine şefkat ve merhamet yerleştirdik. (Sonraki Hıristiyanların) icatları olan (bu dünyayı tamamen terk ederek hiç evlenmeden, cihattan ve hatta şehir hayatından uzak çilehanelerde inzivaya çekilme esasına dayanan) ruhbanlığa gelince, biz onlara böyle bir şey emretmedik. Ama onlar, güya Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla (bunu uydurdular) ne var ki (insanın fıtratına ters düşen bu hayat tarzına) gereği gibi uymadılar. Biz de içlerinden (gönderdiğimiz mesaja gerçek anlamda) iman eden (ve ona göre hayat programlarını çizen) kimselere mükafatlarını verdik. Fakat onların çoğu, (İsa’nın getirdiği tevhid dinini özünden saptırarak) yoldan çıkmışlardır.”[7] Ayetten anlaşıldığı üzere bazı insanlar yemede, içmede, giyinmede ve evlenmede yeni bir hayat tarzı ihdas ettiler. Daha sonra da İsa (a.)’ın getirdiği İslam’ı inkar ederek Yahudileştiler, Hıristiyanlaştılar ve idarecilerinin dinlerine girdiler. Böylece icad ettikleri ruhbanlığa bile uymadılar.[8] İslam’ın içerisinde de böyle bir hayat tarzı oluşturmak isteyen kimseleri haber alan Resulullah (s.); “Ben namaz da kılarım, uyurum da, oruç da tutarım, iftar da ederim, et de yerim. Ne oluyor bazı kişilere ki evlenmeyi yasaklıyorlar. Güzel yemek yemeyi ve koku sürmeyi, uyumayı, dünyanın güzelliklerini tatmayı (kendilerine) haram kılıyorlar. Ben size ruhbanlığı emretmiyorum…”[9] buyurmuştur. Hatta bu ümmetin ruhbanlığının cihad (dinin izzeti için yerine göre savaş dahil her türlü çalışma gayret) olduğunu söylemiştir.[10] Daha sonra da bu İslam karşıtı dine karşı son noktayı koymuştur: “Sünnet üzere yapılan az amel, bid’atlerle dolu çok amelden daha hayırlıdır. Kim ki benim sünnetimden (hayat tarzımdan) yüz çevirecek olursa o benden değildir.”
[11][1] İbni Mace, Zühd, 9, no: 4138, c.II, s. 1386.[2] İbni Recep, Camiu’l-Ulum ve’l-Hikem, c. II, s. 393.[3] Ahmed, Müsned, c. VI, s. 180.[4] Nesaî, Salatu’l-İydeyn, 19, No: 22, c. III, s. 188; Aclunî, Keşfu’l-Hafa, no. 587, c. I, s. 194.[5] Ayrıntılı bilgi için bak: Havva, Said, el-Esas fi’s-Sünne ve’l-Akaid (trc: Heyet), Aksa yay., İstanbul, 1991, c. VII, s. 490-508.[6] el-Esas fis sünne , Said Havva (terc. Heyet) Aksa yay. c.VII , s. 501-502[7] Hadid 57/27.[8] Bagavî, Mealimu’t-Te’vil, Beyrut, trsz, s. 935.[9] Vahidî, Ebu’l_Hasen Ali b. Ahmed, (tah: Eymen Salih), Kahire, 2003, s. 158; Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, c. III, s. 193[10] Ahmed, Müsned, c. III, s. 266.[11] Abdurrezzak, Müsned, no: 20568, c. XI, s. 591; Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, c. III, s. 193.
Yazar: MEHMET SÜRMELİ