Yanlış Anlamanın İdeolojik Arka Planı
İnsanlar farklı anlama kabiliyetlerine sahiptirler. Kimi riyazi meseleleri, kimi ictimai hususları, kimi de iktisadi konuları kolaylıkla idrak edebilir. Herkes farklı bir alanda mütebahhirdir. Gazali gibi ilgilendiği bütün ilimleri “eba’d-ı selase”si ile kavrayan alimler ilim tarihinin şaz kahramanlarıdır.
Ademoğlu “anlamaktan aciz olduğunu” anlayınca büyük oluşlara kapı aralar. Kalbin daralıp zihnin durduğu anlarda bazen bir yerine bin “oluş” zuhur eder. Gecenin zifiri karanlığında ayağının üzerini göremeyenler çakan bir şimşekle kilometrelerce öteye uzanır.
İrfana ulaşmak bir “mevhibe-i rahmani”dir. Büyük ruhlu alimlerin dahi bilemeyeceği meseleler vardır. Hakikat şu ki “Her bilenin üzerinde bir bilen” olmuştur. Bütün anlama faaliyetlerinin durduğu bir nokta var ki orası aklın “Sidre-i Münteha”sıdır. Onu tanımak anlamanın imkan ve sınırlarını belirler.
Kur’an’ın vahy edilişinin yegane gayesi anlaşılmaktır. İslami ilimler tertip ve tanzim edilirken muhatapların anlaması esas alınmıştır. Bu çerçevede İslam’ın erken asırlarından itibaren doğru anlamayı temin edecek usuller tespit ve telif edilmiştir. Fıkıh, tefsir ve hadis usulleri bu bağlamda vücut bulmuşlardır. Bunları tanımadan okuyup-yazanların meselelerin mantuk ve mefhumunu doğru anlamaları en az yanlış anlamaları kadar muhtemeldir.
Oryantalizmin gücü, tedrisatın zayıflaması, talebelerin usul bilgilerini kavramadan icazet almaları yanlış anlamayı tetiklemiştir. Öyle ki yanlış anlama, doğru anlamanın yerini alacak kadar şuyu’ bulmuştur. Fıkıhtan kelama, tefsirden siyere kadar telif edilen binlerce eser yanlış anlamanın mağduru olmuştur.
Yanlış anladığını kabul etmeyen ve bu yüzden hatayı yegane doğru olarak addeden zümre, sorun çözmekten ziyade sorun üretmektedir. Ulemanın yerine ihdas edilen akademisyen-aydın kesim iki asırdır etkin olmasına rağmen çözüm bekleyen meselelerde bir ilerleme kaydedememiştir. Ne İslam coğrafyasının madden kalkınması gerçekleşti ne de ilim, fikir ve sanatta kalıcı eserler veren mücit-müellifler yetişti.
Dünya milletleri yeniden var oluş projelerini hazırlarlarken medeni birikimlerini temel alıp yenilenmelerini onun üzerine kurdular. Yani geleneklerini doğru anlamayı yenilenmenin hareket noktası kabul ettiler. Batı, rönesansını gerçekleştirmeden önce mevcut birikimini tahlil ve terkip edecek anlayış usulünü tespit etti. İslam’dan aldığı doğrularla kilisenin bakiyesini birleştirerek Dekart’ı Kant’ı yetiştirdi. Batı’nın rönesansı öz itibariyle yanlıştan kurtulma hareketi olduğundan, aydınlar medeni birikimlerini yeni usule göre okumada şartlı davranmadılar. Ciddi bir öz-posa ayrımına gittiler.
Kilisenin ürettiği yanlıştan kurtulurken akl-ı selimi kullanan Batı, İslam’ın hakikatini alırken aynı samimiyeti göstermedi. Ahd-i Cedit yerine Gazali’yi okuyan kilise talebeleri, İslam’dan istifadeyi İslam’ın doğrularını kiliseye mal etmek ve kilisenin hakimiyeti için kullanmak şeklinde anladı. Bunun için yenileşmeleri nisbi bir arınmayla sınırlı kaldı.
İslam coğrafyasında zuhur eden yenileşme arayışları Batı’nın İslam’dan aldığı ve kiliseye uyarladığı usulü, kilise formatında kabul edip İslam’a tatbik etti. Muharref Kilise kültürünü kısmi manada tashih eden esaslar sahih İslami birikimi muharref bir yapıya dönüştürdü. Tıpkı “Hasta bir adama verilen ilaçlar kısmi manada iyileşmeye neden oluyor diye aynı ilaçları sağlıklı adamlara da uygulayıp onların sağlıklarını bozmak” gibi.
İslam coğrafyasının daimi krizler yaşamasına sebep olan bu yanlış anlama geleneğinin arka planında bir çok neden vardır. Her şeyden önce insanlar farklı “niyet”, “teakkul” ve “tefakkuh”a sahiptirler. Herkes kapasitesine göre hakikatten pay alır. Kimi kasıtlı olarak kimi de sehven yanlış anlar. Yanlış anlama nedenleri farklıdır fakat netice aydır: “mülevves bilgi”. İnsan bu bilgiyi öğrenme ya da taklit yoluyla sahiplenir.
Allah Teala’nın “mübelliğ” olmanın yanında “mübeyyin” sıfatıyla da gönderdiği Hz. Resulullah, Kur’an’ı yaşayarak izah etmesine rağmen insanlar Kur’an’ın en açık hükümlerinde dahi zaman zaman niza’ ettiler. Kaderiye’den Cebriye’ye, Şia’dan Mu’tezile’ye kadar bir çok mezhep bu nev’i yanlış anlamadan kaynaklanan nizalarla doludur.
İlmin ve gerçeğin kudretine kafa tutan yanlış anlamayı, hangi nedenler besler ya da insanlar niçin yanlış anlar. Bunu örnekler bağlamında tahlil edelim.
İdeolojik Okuma
İnsanlar küçük yaşlarda taklit yoluyla ya da farklı telkinlerin etkisinde kalarak benimsedikleri ideolojileri ilerleyen yaşlarında savunmayı vazife kabul ederler. Hatta bunun için ayet ya da hadisleri en olmaz şekillerde te’vil etmekten geri durmazlar. Bu nev’i müevvillerin çoğu yaptıklarının doğru olmadığına müdriktirler. Fakat ideolojilerini yaşatma uğruna Kur’an’ı gözden çıkarırlar.
Mazisinde Cahız gibi Arap Dili’nin inceliklerine vakıf edebiyatçıları barındıran Mu’tezile, “Esasu’l-Belağa” gibi şah eserler kaleme alan Zemahşeri’nin elinde büyük yanlışlara imza atmıştır. Zemahşeri Kur’an’daki “ceale” fiilinin “yarattı” anlamına gelmediğini bilmesine rağmen mezhebini destekleyebilmek için “Biz Onu Arapça Kur’an indirdik.” ayetini “Biz onu Arapça Kur’an yarattık”[1] şeklinde açıklamış ve meşhur tefsirine “Hamd Kur’an’ı yaratan Allah’a mahsustur.” diye başlamıştır.[2]
Farklı anlayışların etkisinde kalan günümüz müfessirlerinin bir çoğunda aynı yaklaşım malesef ki mevcuttur. Yanlış yaptıklarını bildikleri halde tahrife devam etmektedirler.
Hurafeleri Mutlak Doğru Kabul Etme
İnsanlar, içinde doğdukları cemiyetin değerlerini içselleştirir, hurafelere de kutsallık isnat ederler. Cahiliyye toplumunun İslam’ın doğrularını idrak edememesinin arka planında bu yaklaşım vardır.
“Sizin ilahınız bir tek ilahtır. Ondan başka ilah yoktur.” ayeti inince Mekke’li Müşrikler onu anlamakta güçlük çektiler. Çünkü onlara göre ilah insanların görüp ulaştığı ve kendi dünyalarına ait bir varlık olmalıydı. İlah büyük kalabalıklara sahip olamazdı. Bu yüzden Kur’an’ın bildirdiği ve bütün insanları kapsayan Allah Azze ve Celle’yi anlayamıyorlardı. Nitekim; “Tek bir ilah bu kadar insana nasıl yeter” diye itiraz ediyor[3] tevhide akli deliller istiyorlardı. Onların talebi ardından şu ayet nazil oldu: “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün bir biri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde yüzen gemilerde Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.”[4]
Günümüz Kur’an muharriflerinin İslam algısı Mekkeli’lerle ayniyet arz etmektedir. Zira onlar, oryantalizmin İslam aleyhinde telif ettikleri fikirleri önce kabullendiler, sonra da onları baz alarak İslam’ın mutlak doğrularını reddettiler. Nüzul-ü İsa’dan Ehl-i Kitab’ın Cennet’e girme meselesine kadar bir çok mevzu bu baba dahil edilebilir.
Makam Sevdası
Her din ve ideolojinin kendi çapında kanaat önderleri vardır. Onlar, nüfuzlarını kullanarak insanlar üzerinde baskı kurarlar. Mevkilerini kaybetmemek için de yanlış olduğunu bildikleri bir çok meseleyi hakikat zarfı içerisinde sunarlar.
Yahudiler’in alimleri Hz. Resulullah’ı “Öz oğullarını tanıdıkları gibi tanımalarına”[5] rağmen makamlarını korumak ve tebalarını kaybetmemek için O’nun (s.a.v.) Tevrat’taki sıfatlarını zıtlarıyla değiştirdiler. İnsanlar sorunca da değiştirdikleri sıfatları gösterdiler.[6]
Tarih, iman zafiyeti yaşayan bir çok müellifin makam sevgisiyle hakikati çarpıttığına tanıklık etmiştir. Yahudiler Tevrat’ı, Hıristiyanlar İncil’i menfaatlerinin devam ve bekası için değiştirdiler. Abdullah b. Übeyy b. Selül zihniyetiyle aynı ameliyeyi Kur’an’a da tatbik etmek istediler. Fakat Kur’an’ın “Mushaf” haline getirilmesi fiili tahrife mani oldu. Onlar da te’vil yoluyla tahrifi denediler. Ve neticede ortaya yığınla mezhep çıktı. Hepsi bir takım batıl te’villerle meşruiyetini Kur’an’a nisbet etti.
İslami İlimleri tedris eden fakat okuduğu Kur’an boğazından aşağıya geçmeyen bir çok akademisyen yaptıklarının yanlış olduğunu bilmesine rağmen yanlışı hakikat niyetine müdafaaya devam ediyor.
Kur’an’ın Bir Kısmının Yeterli Olacağını Zannetme
Hevalarına esir olan bazı insanlar ayetlerin bir kısmına iman etmenin mümin kalabilmek için yeterli olduğunu düşünür. Namaz, oruç, hac ve zekat gibi emirleri yerine getirir fakat faizin haram olduğunu kabullenemez. İslam’ın sosyal hayata müdahil olmasına rıza göstermez.
Tasavvuru bir örnek çerçevesinde müşahhaslaştırmak gerekirse şunlar söylenebilir: Ben-u Kurayza ve Ben-u Nadir kardeş iki Yahudi cemaatiydi. Aralarında zuhur eden ihtilaflar neticesinde birbirlerinden uzaklaşmış her biri diğerinin şerrinden korunmak için Arap kabileleriyle birliktelik anlaşmaları imzalamışlardı. Bu çerçevede Ben-u Nadir Hazreç ile Ben-u Kurayza’da Evs kabilesi ile yakınlaşmıştı. Aralarında savaş patlak verdiğinde anlaşma gereği Ben-u Nadir Hareç’in Ben-u Kurayza’da Evs’in safında savaşa katılırdı. Muharebe etmemeye, birbirlerini yurtlarından çıkarmamaya dair Allah’a söz vermelerine rağmen güçlü olan zayıfı öldürür, yurdundan sürer, mallarını gasp ederdi. Tevrat’ta haram olmasına rağmen bunu yapmaktan istinkaf etmezlerdi. Harp bitince de galip gelen Yahudiler anlaşmalı Arap kabilesinin elindeki Yahudi esirleri fidye vererek kurtarırlardı. Kendilerine savaştığınız insanları niçin fidye vererek kurtarıyorsunuz dendiğinde Tevrat’ta kendilerine böyle emredildiğini, Ona göre amel ettiklerini söylerlerdi.[7]
Kur’an’ı Kerim Allah’ın emirlerinin bir kısmını ihlal edip bir kısmıyla amel eden Yahudi zihniyetinin iman algısını reddetmektedir: “Yoksa siz Kitab’ın (Tevrat’ın) bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Artık sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Çünkü Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.”[8]
Kur’an’ı mahza bir ibadet kitabı olarak gören modern anlayış mezkür Yahudi telakkisinden farksızdır. Nitekim iki kadının bir erkek şahit yerine geçmesi, mirasta erkek kardeşin kız kardeşlerin iki katını alması gibi çağdaş telakkilere aykırı hükümlere sıcak bakmamaktadır. Bir tarihselci şöyle serzenişte bulunmaktadır: ‘Günümüzün aydın, yüksek tahsilli hanımından, Kur’an’da var diye kendi cahil biraderinin yarısı şahid sayılmasını bekleyemezsiniz. Mesela, kızlara erkek kardeşlerinin yarısı kadar hisse tavsiye eden ayete, Müslüman toplumun doktor, mühendis, şirket patronu… olmuş kadınını razı etmeniz mümkün değildir.’[9] Bu nev’i bir yaklaşım Yahudilerin vahiy telakkisinden farklı olmadığı gibi aralarında sebep ve netice itibariyle de tam bir benzerlik vardır.
Okuduğunu Anlayamama
Klasik usulde “Alet ilimleri” başlığı altında okutulan dersler yılları alırdı. Her bir ilim dalında dört-beş tane kitap okunurdu. Öğrenci, ibare mevzuunda meleke kesbedince “Ali ilimler” denen gaye derslere başlardı. Ali Haydar Efendi ve Zahid Kevseri gibi klas duruş sahibi allamelerin arka planında bu nev’i tedrisat vardır.
Alet ilimleri noktasında çözülmelerin başlamasıyla yanlış anlamalar hız kazandı. Zira doğru okuyamayanların ibareyi yanlış anlamamaları olağanüstü bir durumdur. Sıradan insanlardan olağanüstülük beklemek de saflık olur.
Geçenlerde muhterem bir hoca efendi telefon açtı. Titrek bir sesle şöyle diyordu: “Ya Hz. Osman İslam’ın ruhuna muhalif bir karar aldı ya da İmam Kurtubi Ona iftira ediyor.” Hadise nedir diye sorduğumda, Hoca efendi;
– Hz. Osman’ın devr-i hilafetinde bir kadın altı ayda doğum yapıyor, olay kendisine intikal edince kadının zina ettiğini, evli olduğundan dolayı da recm edilmesi gerektiğini söylüyor ve kararını infaz ediyor. Hz. Ali haberi öğrenince Halife’ye muhalefet ediyor fakat bu esnada kadın recm edilmiştir.
Hoca efendi; “Nasıl olur da Hz. Osman böyle bir yanlışa irtikap eder, masum bir kadını öldürür.” diye feryat ediyor.
Gerçekte hata yapan Hz. Osman değil, Kurtubi’nin ibaresini doğru okuyamayan ve bu yüzden yanlış anlayan Hoca efendi idi. Hadisenin aslı şöyledir: “Hz. Osman’a altı ayda doğum yapan bir kadın getirilir. Halife ona had cezası uygulamak ister. Hz. Ali ise aşağıdaki ayetleri gerekçe göstererek kadına had cezası verilemeyeceğini söyler. “Onun (anne karnında) taşınması ve sütten kesilme süresi (toplam olarak) otuz aydır.”[10] “Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler.” [11] Bu durumda Süt emme süresi “yirmi dört”, hamilelik ise “altı” aydır. Kadın altı ayda doğum yaptığına göre bu hamileliğin en alt sınırı olan zamana tekabül eder. Bundan dolayı da kadın recm edilmez. Hz. Ali’nin açıklamalarını dinleyen Halife, ilk beyanından döner ve kadına had cezası uygulamaktan vaz geçer.”[12]
Okuduğunu yanlış anlayanlar doğru anladık zannıyla büyük hatalara imza atarlar. Yanlış üzerine faraziyeler bina eder, mutlak hakikati tezyif ederler. Geçen yıllarda fıkıh kitaplarında evlilik bahsi anlatılan yerlerde zikredilen “pîr-i fani”yi “pire-i fani” diye okuyan bir zat, “İslam pirelerin kadınlarla evlenebileceğini farz eden bir dindir.” diye yüksek sesle cehaletini izhar etmişti.
Okunan bir metni doğru anlamak anlamanın baş rüknüdür. Öyle ki bir noktanın ihlali “küz/göz” “kür/kör” eder. Şimdi ortalık körü göz, gözü de kör edenlerle dolu.
Eksik Bilgi
Peygamberler dahil bütün insanların bilgisi sınırlıdır. Kemal sadece Allah Teala’ya mahsustur. İnsanın bilmediğini bilmesi gerçekte en büyük irfandır. Allah Resulü “bilmiyorum” demeyi ilmin bir parçası saymıştır. Sahabe bilmediği konuda tek kelime etmekten sarf-ı nazar etmiştir. Hz. Ömer, minberde acziyetini itiraf etmekten çekinmemiştir. Ebu Hanife cevabını veremeyeceği meselede “bilmiyorum” der, çözmek için uğraştığı konuyu karara bağlayınca sevincinden “Allah-u Ekber” diye bağırırdı. Fakihler, Allah Resulü’nün cehennemle tehdit ettiği iki nev’i kadıdan biri olmamak için bilmedikleri konularda tek kelime etmezlerdi. Gazali ahir ömründe bir hocadan Buhari okumayı planlamıştı.
İlim ilahi bir lütuftur. Büyük alimler bazen sıradan meseleleri bilemezler. Nitekim Efendimiz .a.v.) bir defasında müminin halini bir ağaca benzetmiş, haziruna da özelliklerini tadat ettiği bu ağacın ne olduğunu sormuştu. Ebu Bekir gibi büyük sahabilerin bulunduğu cemaatten hiç kimse doğru cevap veremedi. Ağacın ne olduğu yalnızca Abdullah b. Ömer’in aklına geldi. Ne var ki o da utancından huzurda konuşmadı. Bunun içindir ki Hz. Ömer müçtehit sahabilerin Medine dışına çıkmalarını yasaklamıştı. Bir mesele olduğunda onları toplar cemaat halinde içtihat ederlerdi. Ebu Hanife’nin 744 talebesi vardı. İçtihat ederken onların özellikle de içtihat derecesine ulaşan 44 talebesinin beyanlarını mutlaka dikkate alırdı.
İlimle iştigal eden kişi yetersiz olduğunu bilmeli ve sürekli kendisini yenilemelidir. Bilmediği konularda sukut etmeyi ve başkalarının müktesabatını değerlendirmeyi fazilet kabul etmelidir. Zira yetersiz bir malumatla görüş beyan etmek insanların dini hayatını imar adına tahrip eder.
Hadiseyi bir örnek çerçevesinde izah edelim. Modernist kimlikleriyle öne çıkan İlahiyatçıların gündemde tuttukları konulardan biri de kadınların özel hallerinde namaz kılıp, oruç tutmalarıdır. .
Halbuki mevzu ile alakalı çok sayıda hadis-i şerif vardır. Ayrıca sahabeden de farklı yönde bir uygulama rivayet edilmemiştir. Efendimiz (s.a.v.) “Kadın hayız olduğunda namaz kılmayacak, oruç tutmayacak değil mi ya”[13] buyurmuştur. Bu hadis, açık bir şekilde kadının namaz ve oruç ibadetlerini hayız müddetinde eda etmediğini bildirmektedir. Nitekim Hz. Muaze, Hz. Aişe’ye hayızlı iken terk ettikleri namaz ve oruçtan sadece orucu kaza etmelerinin hikmetini sorunca Aişe validemiz “Hz. Resulullah zamanında hayız olduklarını fakat kendilerine namazı bırakıp sadece orucu kaza etmelerinin emredildiğini (Künna nu’meru)”[14] söyledi. Sahabe kadınlarının özel hallerinden sonra namazı bırakıp sadece orucu kaza etmeleri, söz konusu durumda bu ibadetleri eda etmediklerini göstermektedir.
Aişe validemiz kadınlara özel hallerde yapılmayan ibadetler hakkında ne yapılacağını anlatırken “Künna nü’meru” ifadesini kullanmaktadır. Bu, sürekliliği işaret etmektedir. Çünkü “kane”, “fiili muzari” ile kullanıldığında sürekliliğe işaret eder. Bu durumda anlam şöyle olur. “Biz her özel halimizde namaz ve orucu terk eder daha sonra ise sade orucu kaza ederdik.”
Fatıma binti Ebi Hubeyş, Efendimiz’e; “Ben istihaze kanı gören ve temizlenemeyen bir kadınım, namazı bırakayım mı?” diye sorduğunda Allah Resulü; “Bu ancak bir damar(dan hastalık sebebiyle gelen kan)dır. Hayız değildir. Hayzın geldiğinde namazı bırak”[15] buyurdu.
Allah Resulü Abdurrahman b. Avf’ın nikahı altında bulunan Ummu Habibe’ye, ve kendisinden fetva isteyen Ümm-ü Seleme’ye hayız müddetleri içerisinde namaz kılmamalarını emretmiştir.[16] İslam’ın erken asırlarından günümüze kadar Müslüman kadınların özel günlerinde namaz kılmayıp oruç tutmamaları ve aksi yönde bir delilin varit olmaması bütün müçtehitleri hayızlı kadının namaz kılmayıp, oruç tutmaması[17] yönünde görüş beyan etmeye icbar etmiştir.
Mevcut hadisleri bir takım gayr-i ilmi gerekçelerle hükümsüz addedip aykırı fetva verenler, Kur’an’da olmamasını gerekçe göstererek kadınların özel hallerinde namaz kılabileceklerini söylüyorlar.[18] Onlar, aynı mantıktan hareketle namazların rekatları, haccın rükünleri, zekatın miktarı gibi Sünnet’le tayin edilen meseleleri de ret mi edecekler?!
Eksik bilgi, yanlış anlamanın ana damarıdır. Molla Kasım tiplerini bu damar beslemektedir. Yunus Emre’ye nisbet edilen hikaye hadiseyi ne de güzel anlatmaktadır:
“Molla Kasım adındaki Şeriat bilgini bir ırmak kıyısında oturur ve Yunus’un şiirlerini okumaya başlar. Bin şiir okur ve bunları şeriata aykırı bulur, tamamını yakar, sonra bin şiir daha okur, onları da uygun bulmaz, uygun bulmadıkça da suya atar. Üçüncü bin şiirin birinci şiirinde kendisinin bu merhametsiz hükmünü ima eden bir şiirle karşılaşır. Bu sefer hatasını anlar ve böylece geriye bin şiir kalmış olur. İşte insanların okuduğu şiirler bu şiirlerdir.[19]
Eksik bilgiye sahip insanların “alemi” olan Molla Kasım, şiirlerin üçte ikiden fazlasını okuyunca onların İslam’a muvafık olduklarını anlar fakat iş işten geçmiştir.
Eksik bilgi, kişiyi gülünç hallere sokar. Devlet-i Aliye’de Kazasker rütbesine kadar yükselmiş birisi bir gün Şeyhulislam’ın yanına girer. Şeyhulislam önündeki mangalda yanan ateşi işaret ederek;
– “En-Nar-u fakihetu’ş-şita” (Ateş/nar kışın meyvasıdır.)der.
– Kazasker “Evet efendim! Narın en iyisi Manisa’da çıkar.” cümlesini ilave eder. Kazasker’in “nar”ın Arap Dili’nde “ateş” anlamına geldiğini bilmemesine ve onu Türkçe’deki meşhur meyva anlamında anlamasına üzülen Şeyhulislam cehaletin bu derece derinleşmesine teessüf eder.
Huzurdaki Kazasker çıkar biraz sonra içeriye başkası gelir. Şeyhulislam ona da hadiseyi olduğu gibi anlatır. Bu da;
-A efendim o herif cahildir; Taif’i görmemiş; Narın en iyisi Taif’te çıkar der; Hadise üzerine Şeyhulislam’ın sinirleri büsbütün gerilir. Yüksek sesle adama bağırmaya başlar. Gürültü üzerine içeriye giren bir üçüncü Kazaskere iki kişinin verdiği cevapları nakleder. Üçüncü şahıs;
– Bağırın efendim bağırın! Onlar cahil heriflerdir. “Sallatellahu’l-Kelbe ale’l-Hınzır” (Allah köpeği domuza musallat etsin.) diyerek Şeyhulislam’ı köpek yerine koyar. Ve bu yaklaşımı ile diğerlerinden daha da cahil olduğunu gösterir.[20]
İnsanlar irfani derinliğe erdikçe cehaletten özgürleşip İslam’ın hakikatine ulaşırlar. Bunun içindir ki İslam’ı gerçek duruşuyla tanıyan farklı din mensupları Müslüman olmayı tercih etmişlerdir. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
Sorumluluktan Kaçma
İnsanlar yapmak istemedikleri işleri anlamamaya vurarak sorumluluktan kurtulmaya çalışırlar. Gerçekte ise böyle bir ameliye deve kuşunun başını kuma gömerek gizlendiğini zannetmesinden farksızdır.
Sorumluluktan kurtulmayı gaye edinen yanlış anlamanın en çarpıcı örneği Bakara Suresinde anlatılan “inek” bahsidir: “Ben-i İsrail’de çokça malı olan buna karşın çocuğu olmayan kısır bir adam vardı. Kardeşinin oğlu da onun varisi idi. Varis, amcasını öldürdü cesedini de gece taşıyarak kendilerinden birisinin kapısına bıraktı. Sabah olunca gerçek katil suçu masum olanların üzerine attı. Neticede birbirleriyle savaşmak için silahlandılar. İçlerinde derin akıl sahibi birisi; “Allah’ın Resulü içimizde olduğu halde birbirimizi mi boğazlayalım?” dedi. Musa aleyhisselam’a gelip hadiseyi naklettiler. Şu ayet nazil oldu: ‘Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor.’ Onlar, ‘sen bizimle eğleniyor musun?’ dediler. Musa, ‘Kendini bilmez cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım.’ diye karşılık verdi.[21]
Yahudiler eğer Peygamber’e itiraz etmeselerdi normal bir sığır onlar için yeterli olacaktı. Fakat anlamamaya vurarak işi yokuşa sürdüler. Allah Teala da her ısrar edişlerinde işlerini zorlaştırdı. Neticede kendilerine kesmeleri emredilen sığıra ondan başka hayvanı olmayan bir kişinin yanında ulaştılar. İneğin sahibi ‘vallahi onu ancak derisi dolusu altına veririm’ dedi. Sığırı deri dolusu altın karşılığında aldılar, kestiler ve bir kısmı ile adama dokundular. Seni kim öldürdü dediler. Kardeşinin oğlunu göstererek bu dedi. Ardından tekrar öldü.[22]
Ben-i İsrail herhangi bir sığırın kesilmesi ile Allah’ın emrinin yerine getirileceğini biliyordu. Maddi külfet altına girmemek için sığıra dair ek açıklama istiyorlar, bu sayede ilahi emri yerini getirmekten muaf tutulacaklarını bekliyorlardı.
Hakim Gücü Memnun Etme Arzusu
İnsanlar gücü takdis ederler. Muhataplarından ziyade güce hürmet gösterirler. Kur’an söz konusu olduğunda “gücü” memnun edebilmek için en olmaz te’villere girişirler. Ayetleri hakim gücün istekleri doğrultusunda ya inkar ya da tefsir ederler. Yunus Vehbi Yavuz’un yaklaşımı gücün ne derece etkin olduğunun fevkalade bir örneğidir. Diyor ki: “Nisa suresinin 34. ayetinde dayak meselesi var ve her zaman temcit pilavı gibi önümüze getiriliyor. Bilhassa İslam’a soğuk bakan kadınlar taifesi diyor ki Kur’an kadına dayak atmayı emrediyor. Çünkü ayette ‘vellati tehafüne nüşüzehünne fei’zuhunne vehcürühunne fi’lmezaci’ı ve’zrıbuhunne.’[23] buyruluyor. … Ünlü tefsirler ayeti, serkeşliğinden korktuğunuz kadınlara vaaz edin, öğüt verin, olmadı yataklarında onları yalnız bırakın, bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız onları hafifçe dövün şeklindedir. … Ben bu ayette ki ‘ıdrıbuhunne’ ifadesini lügat açısından inceledim, dövmek onun bir manasıdır. Diğer manaları seyahat etmek, terk etmek, yüz çevirmek, vazgeçmek, şeklindedir.[24]
Vehbi Yavuz, hakim zümreye ayeti izah etmede güçlük çektiğinden siyak-sibakı hiçe sayarak izafi bir bakış açısıyla ayeti tefsir/tahrif ediyor. Yavuz Hoca aynı mantıktan hareketle İslam’a soğuk bakan kesim faiz, baş örtüsü, içki gibi hükümleri kabul etmiyor diye onları da ret mi edecek?!
Yakın dönem modernist tefsircilerden Muhammed Abduh ve Reşit Rıza[25] dahil bütün müfessirler “ve’dribuhunne” ifadesinden kadının dövülmesini anlamışlardır.[26] Çünkü ayetin hem siyak-sibakı bunu gerektiriyor hem de Kur’an’ın mübeyyini Efendimiz’den bu noktada bir çok hadis rivayet edilmiştir. Bu yüzden Yavuz Hoca’nın “ve’dribuhunne” ifadesini garip te’villere sokmasına hacet yoktur. Zira ayette “dövün” ifadesi Efendimiz tarafından fazilet olarak görülmemiştir. Allah Resulü “Sizin en hayırlılarınız elbette kadınlarını dövmezler.” buyurmaktadır. “Size isyan ettiklerinde kadınları hafif bir şekilde dövebilirsiniz.”[27] hadisinde ki “ğayra müberrihin/hafif bir şekilde” ifadesinden ne anlaşılması gerektiği İbn Abbas’a sorulduğunda şöyle demiştir: “Kadın yalnızca “Misvak vb. şeylerle dövülebilir”[28] Efendimiz kadının aile içerisinde yeniden kazanılmasında nasihat cihetinin kullanılmasını, dayağın hafifte de olsa çirkin addedildiğini ifade etmektedir: “İçinizden biri hanımını köle döver gibi dövüp sonra da gece onunla yatabilir mi?”[29] İmam Şafii de dövmenin “mübah” terk etmenin ise “efdal” olduğunu söylemektedir.[30]
Dayak kadını aile içi düzene uydurmada baş vurulan en son çaredir. Bir anlamda o, tedavi için kullanılan acı bir ilaç gibidir.
Batılı adamın kadın telakkisine ya da modern kadının İslam tasavvuruna bakıp ayetleri anlamak en basit ifade ile tahriftir. Sonra en ziyadesiyle dayak yiyen kadınlar İslami değerlere riayet etmeyen çevrelerdedir. Bu yazıyı kaleme aldığım günlerde gazetelerde bir mankenin yediği dayaktan dolayı “bir kulağının duymadığı” yazmakta idi. Batılı adamın kadın telakkisine gelince, Elmalılı Hamdi Yazır onun kadın telakkisine dair şunları söylemektedir: “Zamanımızda Kur’an’ın “dövünüz” emrini kötü bir şekilde yorumlayarak dillerine dolamak isteyen bazı Avrupalılar görüyoruz. Fakat ne garip bir tesadüftür ki, biz bu ayetin tefsiriyle meşgul olduğumuz sırada bir Fransız mahkemesinin, kocası tarafından dövülmüş bir Fransız karısının açtığı davaya karşı, ‘hırçınlık edip kocasını öfkelendiren bir kadının, yediği dayaktan dolayı boşama davası açmasına hakkı olmadığına” hükmettiğini gazeteler ilan ediyordu.”[31]
***
Doğru anlamak için ilim, irade ve iyi niyet olmalıdır. Bunların tamamından ya da birinden yoksun olanların hakikati idrak etmeleri muhaldir. İslami İlimler’in özellikle de fıkıh usulünün imkan ve sınırlarını tanımayan kişilerin onların yetersizliklerinden bahsetmeleri “ezbere reçete” yazma alışkanlıklarından kaynaklanmaktadır.
Klasik metinleri okuyup-anlama noktasında ciddi sorunları olan modernistler klasiği anlayabilselerdi bugün ortada tarihselcilik gibi yanlış anlama ucubeleri olmayacaktı. Tarihin derinliklerinde saklı kalan Mu’tezile ve Kaderiye gibi mezhepler ise bütünüyle cehaletin ürünleridir. Cehalet yer yer hakikatin anlaşılmasına mani olmuştur. Hz. Ömer döneminde bir bedevi Medine’ye gelir ve “kim bana Kur’an okur.” der. Bir sahabi ona “Berae” suresini okutur. Bu esnada ‘Allah ve Resulü müşriklerden uzaktır.”[32] ayetindeki “rasul” kelimesini “ref’” yerine “cerr” ile okur. Bunun üzerine A’rabi “Allah, Resulü’nden uzak mıdır? Şayet Allah resulünden uzak ise ben de O’ndan uzak olurum.” der. Hazirun A’rabinin bu ifadesini yadırgar ve konuşmayı Halife Hz. Ömer’e taşırlar. Halife, A’rabi’yi çağırıp “Sen Peygamberden beri misin?” der. Arabi: “Ey müminlerin emiri! Hadise şöyledir. Medine’ye gelmiştim. Kur’an’la alakalı hiçbir malumata sahip değildim. İnsanlara bana kim Kur’an okutur diye sordum. Yanındakini işaret ederek ”bu adam bana ‘Berae’ suresini okuttu. Onun okuttuğuna göre surenin üçüncü ayetinin anlamı ‘Allah müşriklerden ve peygamberden uzaktır.’ şeklinde idi. Bunun üzerine ona; ‘Allah Peygamberinden beri midir? Eğer peygamberinden uzak ise bende o peygamberden uzağım dedim. Hazreti Ömer;
– Ey A’rabi! Ayet böyle değildir.
– O halde nasıldır.
– Resul kelimesinin merfu okunması gerekir. Buna göre anlam “Allah ve resulü müşriklerden uzaktır.” şeklindedir.
Hadise üzerine Hz. Ömer Kur’an’ı Arap Dili’ne vakıf olan kişilerin okutmasını emretti. Ebu Esved’e de Kur’an’ı harekelemesini söyledi.[33]
Sonuç Niyetine
Muharriflerin belli başlıklar altında toplanan yanlış anlama gayretleri, onları hakikate taşımaktan mahrumdur. Çünkü ortada bir “usulsüzlük” vardır. Bu durumda onlarla herhangi bir meseleyi ilmi bir zeminde konuşma imkanı ortadan kalkmaktadır. Zira “usulsüzlerle” neyi, nasıl konuşacağınızı tespit edemezsiniz. Bunun içindir ki eslafımız “usulsüz vüsul olmaz.” demiştir.
Kabil ile başlayan “usulsüzlük”, peygamberlere “Biz senin dediklerini anlamıyoruz.” diyerek karşı çıkan küfür yobazları tarafından temsil imkanı bulmuştur. Abdullah b. Selül yanlış anlamım nasıl en sahih anlama kalıbında takdim edileceğini gösteren tipik örnektir. İslam tarihinde Mu’tezile, Kaderiye, Cebriyye gibi anlayış usulleri yanlış anlamının hareket bazında temsilcileridirler.
İşlerine gelince “mevzu’ hadis”le istidlal eden işlerine gelmeyince de “haber-i ahad” zan ifade ediyor deyip Sünnet’i reddeden modernistlerin “usulsüzlüğünü” Merhum Ahmed Davudoğlu’nun şu teşbihi ne kadar güzel ifade etmektedir: “Trenin yük taşımasına içerlenen Trakyalı nakliyeci, boz beygiriyle makinistle yarışmaya, onu millet nezdinde küçük düşürmeye karar verir. Yarışa koyulurlar, tren beygiri geçmeye başlayınca naçar kalan Trakyalı, beygirini tarladan yukarı sürüp, makiniste ‘gücün yetiyorsa gel de beni tarla da geç’ diye bağırır.”
***
Usulden yoksun hocaların istidlal ettikleri hükümler bilgi anarşisine yol açtı. İnsanların zihinleri karıştı. Neyi, nasıl değerlendireceklerini bilmiyorlar. Bir hocanın “a” dediğine bir başkası pekala “b” diyebiliyor. Bu ise farklı delilleri kullandıklarından değil, ya delili hiç görmediklerinden ya da kullanamadıklarından kaynaklanıyor. Nitekim süt akrabalığı ile alakalı hadisleri dolayısı ile de onlar üzerine ibtina eden hükümleri bilmeyen ve bu yüzden yeğen ile dayının evlenebileceğini kail olan fakihler(!) zuhur edebiliyor.
Dipnotlar:
[1] Kur’an, Zuhruf(43): 3.
[2] “Ceale” fiilini Allah Kur’an’ı “indirdi” yerine “yarattı” anlamında tefsir eden Zemahşeri, insanların eserine rağbet etmemesi üzerine “yarattı” kelimesini daha sonra “indirdi” şeklinde değiştirmiştir. Bkz. Ebû’l-Kasım Carullah Muhammed b. Ömer Zemahşeri, el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzil ve Uyuni’l-Akâvil fî Vucuhi’t-Te’vil, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, ty, I, 3.
[3] Muhammed b. Ahmed el-Kurtubi, el-Cami-u li-Ahkami’l-Kur’an, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000, II, 129.
[4] Kur’an, Bakara(2): 164.
[5] Kur’an, Bakara(2): 146.
[6] Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Daru’l-Kur’an’i’l-Kerim, Beyrut, 1981, I, 73.
[7] Bkz. Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Tefsiru’t-Taberi, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2005, I, 442-6.
[8] Kur’an, Bakara(2): 85.
[9] Mehmed Said Hatipoğlu, Kur’an’ı Kerim’de Mahalli Hükümler Meselesi, İslamiyat Dergisi, VII, sy. 1, s. 12.
[10] Kur’an, Ahkaf(46): 15.
[11] Kur’an, Bakara(2): 233.
[12] Kurtubi, a.g.e., XVI, 128.
[13] İmam Müslim’in uzun bir hadis içerisinde rivayet ettiği ifade “muttefekun aleyh”dir. Bkz. İbn Hacer, Buluğu’l-Meram, s. 45, H.no: 158; Zafer Ahmed et-Tahanevi, İ’lau’s-Sünen, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, I, 346.
[14] Ahmed, Müsned, VI, 232; Darimi, I, 233; Buhari, I, 421; Müslim, I, 265.
[15] Muhammed b. Ali b. Muhammed Şevkani, Neylü’l-Evtar, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, I, 288.
[16] Şevkani, a.g.e., I, 290.
[17] Ebû’l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed İbn Rüşd, Bidâyetu’l-Müctehid ve Nihâyetu’l-Muktesid, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000, I, 70.
[18] Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’daki İslam, İstanbul, 1994, s. 451 vd.
[19] Sezai Karakoç, Yunus Emre, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1989, s. 30.
[20] Bir takım tasarruf ile nakledilmiştir. Bkz. Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, “21 nolu dip not”, Eser Matbaası, İstanbul, 1977, I, 238.
[21] Kur’an, Bakara(2): 67.
[22] Ebû’l-Fida İsmail İbn Kesir, Muhtasar-u Tefsir-i İbn Kesir, (İht. Muhammed Ali es-Sabuni), Daru’l-Kur’an’i’l-Kerim, Beyrut, 1399, I, 76.
[23] Kur’an, Nisa(4) 34.
[24] Yunus Vehbi Yavuz, “Asr-ı Saadet’te ve Günümüzde Kur’an’a Bakış Açısı” başlıklı tebliğin müzakeresi, Kur’an’ı Nasıl Anlamalıyız?, Rağbet, İstanbul, 2002, s. 59.
[25] Muhammed Reşid Rıza, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Hakim, Beyrut, 1999, V, 60-3.
[26] Taberi, a.g.e., IV, 69-71; Kurtubi, a.g.e., V, 113; Razi, a.g.e., 73; Muhammed b. Yusuf Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhit, Beyrut, 1993, III, 251.
[27] Bkz. Kurtubi, a.g.e., V, 113.
[28] Kurtubi, a.g.e., V, 113.
[29] Buhari, Nikah, 93.
[30] Razi, a.g.e., X, 73.
[31] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim, İstanbul, II, 559.
[32] Kur’an, Tevbe(9): 3.
[33] Sabuni, a.g.e., s. 161.
[toggle title=”Yazar Hakkında” state=”open” ]İhsan Şenocak & ihsansenocak2001@yahoo.com[/toggle]