Rabbani Ulemanın İki Temel Vasfı; Feraset ve Haşyet
Âlim, feraset ve haşyet denilen sıfatlarla muttasıf olmalıdır. Bu iki sıfat onların asli niteliklerindendir. Bu çerçevede kavramları izah edecek olursak feraset; (Allah’ın dilediği ve müsaade ettiği kadarıyla) eşyanın iç yüzü/hakikati ile ilgili kesin bilgiye ulaşmadır.[1] Böyle bir lütfa ulaşmanın yolu, Allah’ın ve Resulünün koyduğu şeri sınırlara ihlasla uymaktır. Şeriata ittiba etmeyenin feraseti olmaz; onlar bakar kördürler. Kişi gözünü haramlardan, nefsini şehvetlerden korur, murakabenin devamlılığıyla iç âlemini, sünnete tabi olmakla dış âlemini tamir eder, helal yemeyi de adet edinirse feraseti yanlış olmaz. Zira feraset, kalbin üzerine düşen bir manadır. Kendisine ters düşen her manayı yok eder. Kalbe hâkimdir. Ferasetin karşısında nefsin ihtimallerine yer yoktur. Ferasetin kuvvetliliği ve zayıflığı imanın kuvvetine bağlıdır. İmanı kuvvetli olanın feraseti daha keskindir. Feraset nuruyla bakan, hakkın nuruyla bakar. İlmini haktan alır. Unutkanlık ve gaflet olmaz.[2] İmanı yakîn derecesinde olan mü’minlerin ferasetini Hz. Peygamber şöyle açıklamıştır: “Mü’minin ferasetinden sakınınız. Çünkü o baktığı zaman Allah’ın nuru ile bakar.”[3] Bazı rivayetlerde ise “…Âlimlerin ferasetinden sakınınız.” ifadesi vardır. Çünkü âlimler, Allah’ın nuru ile bakarlar. Bu nuru Yüce Allah, onların kalplerine ve gönüllerine bırakmıştır.”[4] Bu rivayetten anlaşıldığına göre feraset biraz vehbidir. Basiretle feraset arasındaki fark da buradadır. Ferasetleri nedeniyle âlimler sözün coğrafyasını çok iyi bilirler. Yersiz ve lüzumsuz konuşmadıkları gibi, ilim denilen emaneti ehliyetsiz ve ilme kabiliyeti olmayan kötü niyetli; bilgiyi Müslümanların aleyhine kullanacak kimselerin yanlarında uluorta saçıp savurmazlar. Feraset ehli ulema, ilmi asla zalim ve kâfir siyasilerin emrine vermez. Zira Peygamber Efendimiz; “Ehil olmayan kimselere ilim öğretmek domuzların gerdanlarına inci takmak gibidir.”[5] Buyurmuş, sanatsal bir anlatımla şu uyarıyı da yapmıştır: “İncileri köpeklerin ağızlarına koymayın.”[6] Esefle belirtelim ki “inciler ve kristaller” köpeklerin ağızlarına düştü düşeli ümmetin dini sorunları çözülmek yerine daha da artmıştır. Müslümanların kafaları karış(tırıl)mıştır. Eskiden sadece müsteşriklerle yapılan mücadele şimdi kendi coğrafyamıza sıçradı. Müsteşriklerin yerli işbirlikçileri efendilerinin geçmişte söylediklerini kendi adları ve unvanlarıyla Müslümanların önüne ısıtıp koymaktadırlar. Hiçbir orijinal söylemi olmayan bu kişiler sadece batılın tekrarını yapmaktadırlar. Bunları ciddiye almamak ve batıl düşüncelerine karşı ümmetin gençlerini uyarmak rabbani âlimlerin temel görevlerindendir.
Haşyet ise; kalbin, dinin onay vermediği bir takım çirkin işleri gelecekte yaparım endişesiyle ıstırap duymasıdır. Allah’ın azametini ve yüceliğini iyi tanımaktan oluşan haşyet peygamberlere özgüdür.[7] Peygamberlerin haşyeti Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılmıştır: “الَّذِينَ يُبَلِّغُونَ رِسَالَاتِ اللَّهِ وَيَخْشَوْنَهُ وَلَا يَخْشَوْنَ أَحَدًا إِلَّا اللَّهَ وَكَفَى بِاللَّهِ حَسِيبًا” “(Peygamberler), Allah’ın mesajlarını insanlara (en güzel biçimde) duyururlar. Yalnızca Allah’tan haşyet duyarlar ve Allah’ın dışında kimseden de haşyet duymazlar. Çünkü hesap görücü Allah yeter.”[8] Hakk’ın emirlerine bağlanma anlamına gelen huşu ise, Allah’ın buyruklarına kalbiyle ve organlarıyla boyun eğen manasındaki “hudu” ve “tevazu” ile yakın anlamdadır.[9]Bu üç kavramın da haşyetle ilgileri vardır. Haşyet kavramı değişik formlarda Kur’an-ı Kerim’de altmış beş defa kullanılmıştır. Hz. Peygamber(s.a.v.), haşyet ile marifet arasında bir ilgi kurmuş ve meselenin özünü şöyle açıklamıştır: “Allah Teâlâ’yı en iyi bileniniz benim ve O’ndan en çok haşyet duyanınız da benim.”[10]Marifet ile haşyet arsındaki doğru orantı ayette de çarpıcı bir üslupla açıklanmıştır. “إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاء” “…Kulları arasından yalnız (hakkı ve hakikati gerçekten anlama ve kavrama yeteneğine sahip olan Rabbani) âlimler Allah’tan (hakkıyla) korkarlar…”[11] Hâl böyle iken âlim olma vasfını sadece bilgiyi yüklenmek olarak almak, doğru bir yaklaşım değildir. Âlim olmakla Peygamber’e varis olmak arsında irtibat vardır. Hz. Peygamber’in takvasına, verasına, huşusuna, haşyetine, şecaatine, duruşuna, kıyamına, gayretine, fıkhına, cömertliğine, siyasetine, sünnetine, istikametine, tavrına ve cihadına varis olunmadan âlim olunamaz. Akademisyen veya başka bir nitelikte kişi olmakla âlim olmak birbirlerinden farklı şeylerdir. Gerekli nitelikleri taşımayan zevatın, Rabbani ulemanın hiçbir görevini üstlenmeden; ümmetin önüne düşüp onlara bulundukları çok yönlü sıkıntılardan çıkış yollarını göstermeden kendilerine âlim süsü vermeleri nebevi ilme varis ulemaya yapılan en büyük ihanettir. Şairin konumuzla ilgili şu dizesi çok anlamlıdır:
“Takvasız ilimde olsaydı şeref,
Allah’ın yarattığı en şerefli varlık olurdu iblis.”[12]
[1]Cürcani, a.g.e, s.116.
[2]Kuşeyri, Risale, s.279-281.
[3]Acluni,Keşfu’l-Hafa,c.I,s.42;Taberi,Camiu’l-Beyan, VII, 528; Heysemi,Mecmau’z-Zevaid, X, 271.
[4]Acluni, a.g.e, c.I,s. 42.
[5]Acluni, a.g.e,c.II,s.336.
[6] El-Ramahurmizi,Hasan b.Abdurrahman, Muhaddis’ü-l Fasıl,s.574.
[7]Cürcani, Tarifat, s. 98.
[8] Ahzab 33/39.
[9]Cürcani, Tarifat, s. 95, 98.
[10]Malik,Muvatta,18, Sıyam,4, had. no.9,c.I, s.289.
[11] Fatır 35/28
[12]Sabuni,Muhammed Ali,Min küniz’i-s sünne, s.50
MEHMET SÜRMELİ