Akademik YazılarTüm YazılarYazi Atlasi

Dinin Anlatılmasında Yeni Yaklaşımlar – Prof. Dr. Ali AKPINAR

Bu yazının hedefi, müslüman olmayanlara dinin nasıl anlatılacağı değildir, örgün din eğitimi yapan kurumlardaki kişiler de değildir. Çünkü bunlar ayrı bir çalışmanın konusudurlar. Asıl amaç, müslüman olduğunu söyleyen ve örgün bir kurumda din öğretimi almamış kimselere dinin nasıl anlatılacağıdır.

Önce dinin, herkes için olduğunu  ve herkesle paylaşılması gereken bir değer olduğunu belirtmeliyiz. Çünkü din, inanlığın dünya ve ahiret mutluluğunu hedefler. İki dünyada da mutlu olmak tüm insanlığın hem hakkı, hem de tutkusudur. Nitekim Kur’ân’da pek çok ayet ‘Ey insanlar’ diye başlar ve Hz. Peygamberin de tüm insanlara gönderildiği vurgulanır. O halde dinle tanışmış olanlar, başkalarını da onunla tanıştırmalıdırlar. Zaten bu, dinin saliklerine yüklediği bir görevdir. Tüm peygaberler de, bu görevin adamıdırlar.

Dinin hedefini ve kapsam alanını bu şekilde ortaya koyduktan sonra, şimdi de dinin anlatımında yeni yaklaşımlardan ne anladığımızı ortaya koymaya çalışalım. Bunun için de eski yaklaşımları sorgulamamız gerekecektir. Zira eski, yetersiz kalmaya başladığı an yenilenmek zorundadır. Biz eski yaklaşımlar deyince, dinin anlatılmasında, dinin hedef ve kapsam alanına uygun olmayan yaklaşımları kastediyoruz. Bir yaklaşımın eski olması için, tek neden zamanının eskimiş olması değildir elbet. Çünkü, her zaman, herkes için gerekli olan evrensel değerler, eskimeyen şeylerdir. O halde önemli olan, yaklaşımın dinin temel hedefini gerçekleştirmede ne kadar başarılı olduğudur. Bu noktada asıl görevleri dini insanlara tanıtmak olan Peygamberler ve onların yöntemleri büyük ölçüde bize ışık tutmalıdır. Çünkü davet, tebliğ diye de adlandırabileceğimiz dini tanıtma işi, her şeyden önce peygamber mesleğidir.

Peygamberler tarihine baktığımızda, tüm peygamberlerin izlediği ortak yöntemler olduğu gibi, her peygamberin kendi zamanının karakteristik özellikleri doğrultusunda izledikleri farklı yöntemlerden de söz edilebilir. Sözgelimi, tebliğ görevini hiçbir çıkar ve karşılık beklemeden yapmak, kendisi iyi bir model sunmak, önce yakın çevreden işe başlamak, davet yolunda karşılaşılabilecek sıkıntılara göğüs germek, fedakarlıklara katlanmak, toplumdan kopmamak gibi şeyler, tüm peygamberlerin ortak yönleridir. Ama Hz. Musa’nın, sihirbazlığın yaygın olduğu bir dönemde, Asa ve Yed-i Beyza mucizesi ile mücadele etmesi onun dönemine has bir özelliktir. Ölüleri diriltme, körleri ve diğer çeşitli hastaları iyileştirme Hz. İsa peygambere has bir özelliktir. Bu metotların tarihsel olduğunu söyleyebiliriz.

İşte dini tanıtma görevini üstlenenler, başarılı olmak için davetçilerin evrensel değerlerinden yararlanma yanında, kendi dönemlerinin ve muhatap aldıkları kitlelerin özelliklerini iyi tesbit etmelidirler. İşe nereden başlayacaklarını ve nasıl sürdüreceklerini iyi bilmelidirler. Bizim tesitlerimize göre, bugün bu göreve talip olanlar öncelikle şu hususlara dikkat etmelidirler:

a. Bireyde bilinç düzeyinin yükseltilmesi:

Biz, din anlatımında karşılaşılan sorunlara başlarken, din anlatımında başarısız olmanın tipik örneklerinden birini vererek bunun nedenleri üzerinde durmak istiyoruz: Doğruluk, çalışkanlık, yalan-gıybet-dedikodu-aldatma-içki-kumar vs. nin zararları gibi, namaz ibadeti de yıllardır camilerde anlatılmaktadır. Fakat gelinen noktada bu güzellikler, istenen ölçüde toplumumuza kazandırılamamaktadır. 1998 de bölgemizde yapılan bir doktora tezinden aktaracağımız şu çarpıcı örnekler bunu teyit etmektedir:

Büyük bölümü lise ve üniverite öğrencisi olan beşyüze yakın denek üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, namaz kılmanın dini bir gereklilik olduğuna inananların oranı % 90.4’tür. Buna rağmen beş vakit namazı düzenli olarak kılanların oranı % 26.1, cuma ve bayram namazlarını kılanların oranı %27.6, hiç namaz kılmayanların oranı ise % 28.5 dir.[1] Dolayısıyla inanç boyutunda görülen yoğunluk, davranış boyutuna aynı oranda yansımamaktadır.

Yine beşyüze yakın denek üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, deneklerin % 84.5 i içki içmemenin dini bir gereklilik olduğuna inandığı halde, hiç içki içmeyenlerin oranı% 60.5 dir.

Kumar oynanamamanın dini bir gereklilik olduğuna inananların oranı % 88.9, hiç kumar oynamayanların oranı ise % 74.5 dir.

Zina etmemenin dini bir gereklilik olduğuna inanaların oranı % 89.5, hiç zina etmeyenlerin oranı ise % 74.6 dır.

İnanç ve davranış ilişkisi açısından bulgulara bakıldığında, bulguların orantılı olamama sebebleri arasında toplumsal normların (çevre, arkadaş vs) önemli ölçüde etkili olduğu görülmektedir.[2] Namaz davranışı ile diğer ahlakî davranışlarla ilgili bulgularda görülen bariz farkın nedeni olarak, namaz dışındaki ahlakî davranışların toplumsal yaptırımları yanında, sağlık ve parasal etkilerinin de olduğu söylenebilir. Yani birey, namaz dışındaki davranışlarda daha pragmatist olabilmektedir. Oysa Kur’ân’a göre namaz kılma ile ahlaklı olma arasında çok sıkı bir bağ vardır. “Doğrusu namaz, ahlaksızlık ve kötülüklerden alıkor..”[3]

Bizim kanaatimize göre inanç ve davranışlar arasındaki bu uçurumların temelinde yatan asıl etken, bilinç düzeyinin düşük olmasıdır. Yani insanlar dinin emir ve yasaklarının, dünya ve ahiret kazanımlarını çok iyi bilmemektedirler. Yahut bu konudaki bilgileri, davranışlarını yönlendirecek güç ve nitelikte değildir. Dolayısıyla imanları da aynı oranda zayıf ve yetersizdir. İşte bu yüzden Kur’ân imanın ve ilmin artmasından bahseder. İnananları imanda yenilenmeye çağırır.  “Ey İnananlar! İman edin.. Allah’a, Peygamberine, peygamberine indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği Kitaba inanmakta sebat gösterin..”[4]

“İnananlar ancak, o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer ayetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır. Ve Rablerine güvenirler; namaz kılarlar; kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf ederler. İşte gerçekten inanmış olanlar bunlardır…”[5] Demek ki, imanı artıran en önemli etken Allah’ın ayetleriyle tanışmaktır ve imanın artması kişiyi tevekkül, namaz, infak gibi davranışlara sevketmektedir. Nitekim Peygamberimiz @, “Ben sizin en çok Allah’tan sakınanızım, çünkü ben sizin en iyi Allah’ı tanıyanızım.”[6] buyurmuştur.

“Doğru yolu bulanların ise Allah hidayetlerini artırır, onların karşı gelmekten sakınmalarını (takvâhüm) sağlar..”[7] “Onlar Rablerine inanmış bir kaç gençti. Onların hidayetlerini artırmış ve kalplerini pekiştirmiştik.”[8]

“Rabbim ilimce beni artır.”[9] Ayette ‘Benim ilimi artır’ değil de, ilimce ben artır, denilmesi son derece dikkat çekicidir. Demek ki, kişinin değerini bilgilenme artıırmakta ve kişiye değer kazandırmayan bilgi anlamsız ve yararsız olmaktadır.

Konuyla ilgili, Kur’ân’dan bir başka örnek de Hz. Yusuf’un burhanı görme makamına ermesidir. “And olsun ki kadın Yusuf’a karşı istekli idi; Rabbin’den burhanını görmeseydi Yusuf da onu isteyecekti. İşte ondan kötülüğü ve fenalığı böylece engelledik. Doğrusu o bizim çok samimi kullarımızdandır.”[10] ayetinde Hz. Yusuf’un saraydaki kadın tarafından kendisine yapılan zina çağrısına olumsuz cevap vermesini sağlayan Rabbinin bürhanı olmuştur. Tefsircilerin açıklamalarına göre, onu günaha düşmekten alıkoyan şey, zinanın haramlığını ve zina yapana terettüp edecek cezayı bilmesi, iç dünyasında günaha karşı duran ahlakî bir duygunun oluşmasıdır.[11] Nitekim konuyla ilgili başka ayetlerde şöyle buyurulmuştur: “Rabbine karşı durmaktan korkan kimseye iki cennet vardır.”[12] “Ama kim Rabbinin azametinden korkup da kendini kötülükten alıkoymuşsa, varacağı yer şüphesiz cennettir.”[13] Hz. Adem’in oğlunu da, kendisini öldürmeye kalkan kardeşine elini kaldırmaktan alıkoyan şey Allah korkusundan başka bir şey değildi. O şöyle diyordu: “Beni öldürmek üzere elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için sana elimi uzatmam, çünkü ben, alemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım”[14]

Çeşitli rivayetlerde biz bu bilinç ve içsel gücün yalnızca peygamberlere ait olmadığını da görüyoruz. Hz. Peygamber @, hiçbir korumanın olmadığı kıyamet gününde, Allah’ın özel koruması altında bulundurulacak yedi grup insanın içerisinde, kendisine zina çağrıında bulunan makam-mansıp ve güzellik sahibi bir kadına, ‘Ben Allah’tan korkarım’ diyebilen kişiyi de zikretmiştir.[15] İşte en kritik anlarda bile kendisini gösteren bu, ‘Rabbin burhanı’ demek olan ‘Ben Allah’tan korkarım’ duygusunu oluşturmak ve geliştirmek zorundayız.

İşte din anlatımında bilgiye dayalı, bilinçlendirmeye yönelik bir metod izlenmelidir. Bu noktada din adına istenen tüm davranışların, sebepleri ve kazanımları (hikmet ve hedefleri) akıl ve bilim ölçüleri çerçevesinde izah edilmelidir. Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.16 Nitekim geçmişin aksine günümüzde insanlar, karma bir toplum yapısına sahipler. Eskiden belli bir inanç ve kültür seviyesindeki insanlar bir arada yaşarlar ve her alanda olduğu gibi dini yaşama konusunda da birbirlerine yardım ederler ve birbirlerini kontorol ederlerdi. İslam devleti sınırları içerisinde yaşayan müslüman olmayanlar bile, ayrı mahallelerde yaşarlardı. Günümüzde ise böyle bir ayırım özellikle şehir hayatında mümkün olamamaktadır. Bu yüzden, günümüz şartlarında insanların iç-kontorol ihtiyacı artmıştır. Bunun sağlanabilmesi ise bilince dayalı sağlam ve sağlıklı bir imana bağlıdır.

b. Dinin ne olup olmadığının ortaya konması:

Her şeyden önce din nedir sorusuna cevap aranmalıdır. Bu, kavramsal olarak bir din tanımı ortaya koymak için değil, dini anlatırken bize ışık tutmak için olmalıdır. Yoksa dinin pek çok tanımları yapılmıştır. Biz burada, din anlatımında bizi yönlendirecek tanımlara dikkat çekmek istiyoruz. Nitekim Peygamberimiz, bu noktada bizlere çok net tanımlar sunmuştur. Din nedir sorusuna cevap verirken, bugün çokça tartışılan;

“Dini işe / hayata karıştırmalı mıyız, karıştırmamalı mıyız?”

“Din dünya işlerini dizayn etmek için mi, yoksa ahireti düzenlemek için mi gelmiştir?”

“Din işi-dünya işi ayrımı ne kadar doğrudur?” sorularını da cevaplamış olacağız.

Din tanımında ve din anlayışında farklılıkların olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Herkesin kendi anladığı, ya da işine geldiği şekilde tanımladığı bir din var. Müslümanların yaşadığı toplumlarda dinin adı İslam olsa bile, herkesin İslamdan anladıkları farklılık arzedebilmektedir. Ortalıkta herkesin dini var, ama Allah’ın dini nerede? Dinli olduklarını iddia edenler, kendilerine göre birer din icat etmişler, ama Allah’ın dinini gündeme taşımak isteyenler yok denecek kadar az.

Allah’ın son kitabı Kur’âna göre dinin sahibi Allah’tır. İnsanların hayatlarına çeki düzen vermek için dini Allah göndermiştir. İlahî kitaplar ve gönderilen peygamberler Allah’ın dininin doğru bir biçimde anlaşılması ve Allah’ın istediği bir biçimde yaşanması için çırpınmışlardır. Pek çok Kur’ân ayeti dinin bütünüyle Allah’a has kılınmasını emreder. Dini parçacı bir mantıkla ele alan, dini yanlış algılayanları uyaran ayetler yer alır Kur’ânda. Şu ayetleri birlikte okuyalım:

“Allah katında din, şüphesiz İslam’dır.”[17]

“Alah’ın dininden başka bir din mi arzu ediyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim  varsa, ister istemez O’na teslim olmuştur, O’na döneceklerdir.”[18]

“Kim İslam’dan başka bir dine yönelirse, o asla ondan kabul edilmeyecektir. O ahirette de kaybedenlerdendir.”[19]

“Yüzünü, doğruya yönelmiş olarak dine çevir, sakın puta tapanlardan olma; sana fayda da zarar da veremeyecek, Allah’tan başkasına yalvarma; öyle yaparsan şüphesiz, zalimlerden olursun.”[20]

“Biz sana Kitabı gerçekle indirdik. Öyle ise dini Allah için halis kılarak O’na kulluk et. Dikkat edin, halis din Allah’ındır..”[21]

“Ey inananlar! İnkarcılar istemese de, dini yalnız Allah’a has kılarak O’na yalvarın.”[22]

“Dini Allah’a halis kılarak O’na kulluk etmekle emrolundum.”[23]

“Fitne kalmayıp, din bütünüyle yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın..”24

Tüm bu ayetler dini katıksız olarak Allah’a has kılmamızı istemektedir. Allah’ın dinini, Allah’ın istediği şekilde anlayıp yaşamamızı amirdir bu ayetler. Allah, kendisine ortak koşulmasını asla affetmeyeceğini bildirmiştir. Allah’ın dinini insanların kendi canlarının istediği şekle sokmaları da Allah’a şirktir. O, din koyma ve dinin sınırlarını belirleme konusunda başka hiç kimsenin kendine ortak olmasını istememiştir. Bu gerçeğe rağmen tarih boyunca insanlar Allah’a ortak koşarak din koyma yetkisini O’ndan tamamıyla yahut kısmen almaya yeltenmişlerdir. Bunu yaparken de genellikle Allah’ın dinini kullanmışlar, hatta bu tahrifat ve şirki Allah adına yapmışlardır. Nitekim Kur’ân, kelimeleri “Sözleri yerlerinden değiştiren”[25] tahrifçilerden bahseder ve onları şiddetle kınar. Ayetlerde işaret edilen ve Yahudi mesleği olan bu tahrif, ya Kitaptaki bir kelimenin yerini değiştirmekle, ya yanlış yorumlarla sözü asli manasından dışarı çıkarmak, ya da sözü eğip bükerek asli manasının dışında kullanmakla, kısaca tercümede, yorumda ve sözün nakledilmesinde olmuştur.[26]

Öte yanda pek çok ayette Allah’a iftira eden, bir takım şeyleri O’na söyleten, O’na yakıştıran zalimlerden bahsedilmiştir. Bu ayetlerden bir kaçı şöyledir:

“Allah’a karşı yalan uydurandan veya kendisine bir şey vahyedilmemişken ‘Bana vahyolundu, Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim’ diyenden daha zalim kim olabilir?”[27]

“Diliniz yalana alışmış olduğu için, ‘Şu haram, bu helaldir’ demeyin, zira Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise, saadete şüphesiz erişemezler.”[28]

Bugün Allah’ın dinini, kendi indî yorumlarıyla çarpıtmaya ve murad-ı İlahinin dışına çıkarmaya çalışanlar ve bunu da Allah adına, O’nun dini için yaptığını söyleyenler Allah’a iftira ettiklerinin farkında mıdırlar acaba?

Bu yanlış din tanımlarının arka planında bilgisizlik ve art niyet yatmaktadır. Çoğu insan dini bilmiyor. Dini, sahibinin açıklamalarından anlama yerine, dini yaşadıklarını söyleyenlerin hayatlarından, yahut kulaktan dolma gelenekten kaynaklanan yüzeysel, hurafe karışımı bilgi kırıntılarından dini algılamaya ve ona göre değerlendirmeler yapmaya kalkıyor. İkinci bir grup ise dini genel olarak bildikleri halde sırf ona karşı çıkmak, yahut onu tahrif edip insanları ondan soğutmak için yanlış din tanımları yapabilmektedirler. Ama sonuçta her iki grubun birleştiği bir şey var ki, o da bu çevrelerin dinden korkmalarıdır. Sözgelimi bugün bu çevrelere mensup çoğu insan, herhangi bir konuda din gündeme getirildiğinde “bu işe dini karıştırma, dini alet etme, din ayrı bu iş ayrı, dini istismar etme” gibi sözlerle buna tepki göstermektedir. Peki bu tepkilerin haklılık ve doğruluk payı var mıdır, sorusuna cevap aramaya çalışalım.

Biz burada dinin kavramsal felsefî tanımlarını yapacak değiliz. Bunun yerine dinin, hayatın içinden pratik tanımlarına yer vereceğiz. Tıpkı Peygamberimizin @ yaptığı gibi. Nitekim O @ hadislerinde “Din nasihattir”[29], “Din kolaylıklıktır”[30] “İslam güzel ahlaktır”[31], buyurmuşlardır. Buradan hareketle şunları söyleyebiliriz:

İlk emri ‘Oku’ olduğuna göre Din bilgilenmektir. Dini bu işe karıştırma diyenler, acaba cehalet mi istiyorlar. Bilgi çağında, bilgilenmeyi ilk prensip edinen bir din olmadan nasıl yaşanabilecek?

Din doğruluktur. Dinden rahatsız olanlar, hile, aldatma, sahtekarlık, skandal ve yolsuzluklarla dopdolu bir toplum mu istiyorlar? Ya da sahtekarlar, yalancılar, dolandırıcılar dinin bir gereği ve sonucu olarak mı ortaya çıkmışlardır?

Din temizliktir. Dine karşı olanlar, maddî ve manevî yönlerden kokuşmuş bir dünya mı istiyorlar? Çevreyi kirletip katledenler, kimyasal ve nükleer artıklarla evreni kirletenlere bu yaptıklarını din mi emretmektedir?

Din iyiliktir. Dinin karşıtları kötülük odakları mıdırlar yoksa?Din dışı kalanlar, bugüne kadar hangi iyilik odağını oluşturabildiler? Yoksa kötülük odaklarını, din mi besleyip destekliyor?

Din güzelliktir. Dini hayata karıştırmamakla, çirkin bir hayat mı arzulanıyor? Dinin hangi emri, estetik ve güzelliğe zıt, hangi prensibi insanın yaratılış ve çıkarına aykırıdır?

Din çalışkanlıktır. Din dışı kalınarak avare ve tembellerin köşelerde pineklediği bir toplum mu isteniyor? İnsanları, ‘hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalış, kıyamet koparken bile elindeki fideyi dikmekten geri kalma’ diyen din mi miskinleştiriyor yoksa?

Din güvendir. Din olmadan, nasıl güvenli bir dünya kurulabilecek öyleyse? Din evrensel güven ve emniyet kaynağı Allah katından geldiğine göre, din midir, terör ve kargaşayı emreden?

Din barıştır. Din barış ve esenlikse, din olmadan terör ve savaşsız bir dünya nasıl kurulabilecek? Yoksa, insanları toplu imha silahları katletmeyi emreden din midir? ‘Bir insanı öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir’ diyen din değil midir?

Din görevleri yapmaktır. Din olmadan, görev bilincinde yararlı insanlar nasıl oluşturulabilecek? Herkesin başına bir polis dikilemeyeceğine göre, bunca insan nasıl gözetim ve kontorol altında tutulmadan görevini aksatmadan yerine getirebilecektir?

Din hakları gözetmektir. Dinin bir adı da hak, dinin sahibi Allah’ın bir adı da Hak, Kur’ân hak ile inmiş, peygamber hak ile gelmiş. Kısaca din, hakkın / gerçeğin egemenliği için vardır. O halde din dışı kalınarak, nasıl haktan hukuktan bahsedilebilecek?

Din evrenseldir. Din, inan içindir ve herkes içindir. O herkesi, tüm çağları ve bölgeleri kuşatır. O, belli bir etnik grubun, belli bir yörenin ve belli bir zamanın dini değildir. Kur’ân pek çok ayetinde “Ey insanlar!” diye tüm insanlara seslenir. Kur’ânda iki yüz kırk  bir kere ‘insanlar’ (nâs) kavramı yer alır. Bugün etnik ve bölgesel çatışmalarla dolu bir dünyada yaşıyoruz. Hiçbir düşünce tüm insanlığı kucaklayamamaktadır. Hal böyle iken tüm insanlığı kucaklayacak evrensel barışı, din olmadan kim, nasıl oluşturacak?

Tanımları ve soruları çoğaltabiliriz. Bugün dinin tanımları olarak verdiğimiz bu temel esaslara hasret çeken bir dünyada yaşıyoruz. Bu gelinen noktaya doğru bir din anlayışı ile gelinmemiş; aksine dine karşı bir tavır takınılarak, din dışı kalınarak, yahut din yanlış ve eksik anlaşılarak gelinmiştir. Tüm bu gelinen noktanın sorumlusu din değildir. Bütün bunları gözönünde bulundurarak, din anlayışımızı, dine tavır koyuşumuzu bir kez daha gözden geçirmeliyiz.

c. Dinin Temel Dinamikleri Doğrultusunda Yapılacak Bir Sorgulama:

Dini anlatanların, hedefledikleri noktanın neresinde olup olmadıklarını ve gelinen noktanın nedenlerini tesbit etmek için sürekli kendilerini, metodlarını ve gidişatı sorgulamaları gerekmektedir.

Şöyle ki, bugün dini kabul etme, tanıma ve doğru anlama noktalarında farklı seviyelerdeki pek çok insanla birlikte yaşayan müslüman din anlatıcıları, yaşadıkları toplumların değişik kesimleriyle uyum ve onlara ulaşma sorunu ile karşı karşıyadırlar. Oysa Mekke ve Medine’de müşrikler, yahudiler ve hristiyanlarla barış içinde birlikte yaşamanın en güzel modellerini sunan Hz. Peygamber, bilgiye dayanan azimli ve kararlı mücadelesi sonucu onlara kendini takdir ettirmiş, sevdirmiş ve onların müslüman olmasını sağlamıştı.

Öyleyse bizim insanımızın bize karşı olmasının, bizden korkmasının temelinde yoksa biz mi varız? Yoksa biz kendimizi anlatamadık, tanıtamadık mı ki, bu insanlar bizden yahut bizim savunduğumuz güzelliklerden ürküyorlar. Neden bu insanlar bir adı da Nur (aydınlık, ışık) olan Allah’ın dinine karanlık, geri, eski, çağdışı diye saldırabiliyor? Neden bir adı da Nur olan Kur’ân onların nezdinde kara kitap? Neden bir adı da Nur olan Hz. Muhammed @ ve onun insanlığa getirdiği Nur isimli dini İslam, çağdışı kabul edilmekte? Neden, dünya ve ahiret saadetini garantileyen ilahi kurallar hakkında bazı insanlar, “kahrolsun” diyebiliyor?  Neden bu kadar düşmanı var bu sevgi dininin? Neden hak üzere ve dosdoğru yolda olduğumuz halde biz, yıllarca beraber yaşadığımız bu insanlarla doğrularımızı paylaşamadık; eğri yoldalarsa onları doğrultamadık?

İşte tam burada başkalarının suçlarını görmezden gelme adına değil; ama kendi eksiklerimizi önce görüp düzeltme adına kendimizi sorgulamalıyız. Bunun için de İslamı hep diri ve canlı tutan temel dinamiklerinden en önemli gördüklerimizi maddeler halinde sıralayıp bu temeller karşısında durumumuzu ve konumumuzu, bu dinamikler hakkındaki yalnış kanaatleri irdelemeye çalışacağız.

c.1-Doğru ve sağlam bir inanç: Müminlerin temel özelliklerini sayan ayetlerden birkaçında şöyle buyurulur:

“İnananlar ancak, o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer O’nun ayetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır. Ve onlar sadece Rablerine güvenirler; namazı adamakıllı kılarlar; kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf ederler. İşte gerçekten inanmış olanlar bunlardır. Onlara Rablerinin katında mertebeler, mağfiret ve cömertçe verilmiş rızıklar vardır.”[32]

“Gerçekten Rablerini büyük tanıyıp O’na olan saygıdan dolayı kötülüklerden sakınanlar..”[33]

“Rablerine döneceklerinden yürekleri korku ile çarparak vergilerini verenler. İşte bunlardır hayırlarda yarışanlar ve önde gidenler.”[34]

“Allah anılınca onların yürekleri hoplar..”[35]

“Allah, sözün en güzelini ahenkli, katmerli bir kitap olarak indirdi ki Rablerine derin saygı gösterenlerin ondan derileri ürperir, sonra da derileri ve kalpleri Allah’ın zikrine yatışıp yumuşar..”[36]

Ayetlerde Allah’ı anmak / hatırlamak kalpleri ürperten; ayetleri okuyup dinlemek ise imanları kuvvetleştirip pekiştiren ameller olarak anlatıldı. Elbette bu sonuçların gerçekleşmesi Allah’ı layıkıyla tanımak ve ayetlerin anlaşılmasıyla mümkündür. Yani doğru bilgiye dayalı bir zikir ve tilavet. Bunlar bilinçsiz olursa, hedeflenen bu sonuçlar gerçekleşmez şüphesiz. Nitekim Hz. Aişe, zina ettikleri, hırsızlık yaptıkları ve içki içtikleri halde müminlerin nasıl Allah’dan korkanlar olabileceklerini Peygamberimize sorunca şu cevabı almıştır: “Hayır, hayır onlar bu halleriyle Allah’dan korkmuş olmazlar. Ama onlar namaz kılar, oruç tutar ve hayır hasenatta bulunurlar. İşte ancak bu şekilde Allah’dan korkmuş olurlar.”[37]

Bir hadisde de şöyle buyurularak güçlü mümin olmaya yönlendirilmiştir:

“Güçlü mümin zayıf müminden daha hayırlı ve Allah’a daha sevimlidir.Ama her seviyedeki herbir müminde de iyi bir taraf vardır..”[38]

Hadis genel bir ifade ile, iman, ilim, amel, mal, beden ve benzeri tüm alanlarda güçlü müminin daha hayırlı ve daha sevimli olduğunu bildirmektedir. Buna göre her mümin bu alanların tümünde, olmazsa güç yetirebildiği alanlarda güçlü mümin olmaya ve bu gücünü Allah yolunda kullanmaya gayret etmelidir.

c.2-Kendine ve tüm insanlığın yararına olan salih bir amel: Salih amel, müslümanın eylemini diğer insanların eylemlerinden ayırt eden ameldir. Salih amel hem kul haklarının hem de Allah’ın haklarının gözetildiği davranışlardır. Dolayısıyla salih amel hem kişinin kendi yararınadır, hem başkalarının yararına. Yine onun yararı hem dünyadadır hem de ahirettedir. Allah’ın ölçüleri doğrultusunda olmak kaydıyla müminin her davranışı salih ameldir. Bu anlamda sadece İslam, saliklerinin davranışlarını ibadet olarak değerlendirerek salih amel kabul etmiştir. Salih amel, müminin imanının kuru bir iman olmadığının isbatıdır. Müminin imanı pratik hayatta görünmek ister. Bu yüzden Kur’anda imandan hemen sonra salih amel anılmıştır:

“İman edenler ve salih amel işleyenler..”[39]

“O mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Kalıcı salih ameller ise, Rabbinin katında sevap bakımından da hayırlıdır, emel bakımından da.”[40]

“Allah hidayete erenlerin hidayetini artırır. Kalıcı salih ameller Rabbinin katında sevap bakımından da hayırlıdır, akıbet bakımından da.”[41]

c.3-Herkes ve herşeyin hayrına olan ahlak ilkeleri: Barış dini İslam, tüm insanların dünya ve ahiret hayırlarını dileyen bir dindir. Barış adamı demek olan müslümanın varlığı da tüm insanların hayrına ve yararınadır. Müslümanın varlığından hiç kimse zarar görmez. Zira o, arzuladığı cenneti dünyaya taşımaya kendini adamıştır. Tüm özellik ve güzellikleriyle Allah’ın dünyada bir model olsun diye anlattığı cenneti dünyada kurmak müslümanın tutkusudur. Gerçek mümin hep iyiye, güzele, faydalıya taliptir.

İyi ve güzellikleri insanlığa kazandıranlar selim akıl sahipleri tevhid erleridir. İlk insan ve ilk peygamberle iyi ve güzellikler evrensel boyutyla insanlara sunulmuştur. Bu anlamda yeryüzünde çirkinlik ve kötülükten önce iyilik ve güzellikler vardı. Çünkü aynı zamanda bir peygamber olan ilk insan Hz.Adem, cennette görüp yaşadığı güzellikleri yeryüzüne taşıyan adamdır. Şeytan ve çirkinlikler daha sonradır. İnsanlığa düşen ise kötülüklerin kaynağı ve odağı baba düşmanı şeytanın adımlarını bırakıp peygamber babalarının yoluna dönmektir.Şimdi şu ayeti okuyalım:

“Siz insanlar için seçilip çıkarılmış en hayırlı bir toplumsunuz. İyiliği emreder, kötülükten alıkorsunuz. Çünkü siz Allah’a inanıyorsunuz..”[42] Ayet, müminlerin varlığının, sadece müslümanların değil tüm insanların yararına olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Bahçe (cennet), barış yurdu (daru’s-selam) gibi isimlerle anılan cennet,doğruluk yurdu güvenli bir makamdır. Pınarları, nehirleri, yeşillikleri, meyveleri, lüks oturma grupları ile cennet bir neşe ve eğlence yurdudur. Yalanın, boş ve anlamsız sözlerin, rahatsız edici gürültü ve patırtıların, kötülerin ve kötülüklerin olmadığı bir huzur ortamıdır cennet.[43] İslamın dünyada istediği de benzer bir hayattan başka nedir? Böyle bir hayat bir ütopya olmaktan çıkmış ve müslümanların eliyle zamanın çeşitli dilimlerinde, bu dünyada kurulmuştur. Nitekim, müslümanların egemenliği altında yaşayan Hayber yahudileri, müslümanlardan gördükleri adalet ve iyi muamelelere karşılık şöyle demekten kendilerini alamamışlardır: “O kadar adalet var ki, sanki cennet yeryüzünde kuruldu!”[44]

c.4-Tattığı hakikat zevkini başkalarına tattırma mücadelesi demek olan cihad: İslamda cihad, din koyma yetkisinin tamamen Allah’a ait olduğunu sağlamak, insanlığı insanların kölesi olmaktan kurtarmak, onları zulüm ve haksızlıklardan korumak için yapılır. İslama göre cihad, din ve vicdan özgürlüğünün önündeki engelleri bertaraf etme adına yapılır. Cihad ancak Allah için ve O’nun yolunda olur. Bir mücadelenin cihad olması için, O’nun uğruna tüm imkanların seferber edilmesi şarttır. Cihad, dille olur, malla ve canla olur. Kişinin kendi kötü tutkularıyla boğuşması da cihaddır, başka kötülerle mücadele etmesi de cihaddır. En büyük cihad Kur’anla yapılan cihaddır. Tüm bunları yerine getirmek hakkıyla cihad, yahud cihad ibadetine hakkını vermek demektir.

“O halde kafirlere boyun eğme ve Kur’anla onlara karşı olanca savaşınla büyük bir cihad yap.”[45]

“Sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak (genciniz yaşlınız, zengininiz fakiriniz) elbirlik savaşa çıkınız. Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.”[46]

“Allah uğrunda hakkıyla cihad edin. Sizi O seçdi. Dinde üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedi..”[47]

“Fitneden eser kalmayıncaya ve din de tamamıyla Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın..”[48]

İslamda cihadın sadece bir aşaması olan sıcak savaş da yine aynı şartlar altında ve aynı hedef için yapılır. O, ne toprak, mal, şan  kazanmak için yapılır; ne de insanları zorla müslüman yapmak için. O öncelikle, kendisine saldıranlara karşılık vermek ve doğruların önüne engeller koyan kötülük odaklarını etkisiz hale getirmek için savaşı kutsal sayar. Bu yönüyle İslam savaşçısı, barışı yaymak, başkalarına hayat hakkı tanımak ve onları hakikatlerle tanıştırmak için kendi hayatını tehlikeye atmaktan çekinmez. Onun için, bu uğurda ölmek, ölümsüzlüğe ermek olup onun için en büyük mertebedir. Kısaca söylemek gerekirse, büyük islam şehidi Hz. Hamza, kendisini şehid eden Vahşi ve Hind‘in müslüman olmaları ve İslamla hayat bulmaları için canını vermiştir.

c.5-Caydırıcı ve suçu yok edici olan cezalar: Kimi çevrelerin acımasız ve çok ağır diyerek dillerine doladıkları İslamın öngördüğü cezalar, tüm kullarına karşı engin merhameti ile muamele eden Rahman tarafından konulmuştur. Onlar, yeryüzünde adaletin teminatı olup suçları yok etmek içindir. İnsanları acımasızca öldürüp onları sakat bırakmak için konulmamıştır. Cezalar bu yönüyle caydırıcı bir özelliğe sahiptirler. Zaten zina, hırsızlık, terör, içki, uyuşturucu gibi suçların, hem bunları işleyenlere, hem de topluma maddi ve manevi zararları olduğu üzerinde tüm akıl sahiplerinin birleşmişlerdir. Bu cezaların uygulanması herkes için hayat sebebidir. Nitekim bu yasaların uygulandığı dönemler, suçların en az işlendiği; suçluların yok denecek kadar azaldığı dönemlerdir:

“Ey akıl sahipleri! Sizin için kısasta bir hayat vardır. Belki sakınırsınız.”[49] Bu ayetten de anlaşılacağı üzere, İslamdaki cezalar, Allah’ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınan takva sahibi insan tiplerini yetiştirme hedefine yöneliktir. Yine onlar taraflar için hayat kaynağıdır. Bunu ise elbette akıl sahipleri anlar

c.6-Ahiret inancı doğrultusunda oluşan kesintisiz bir sorumluluk bilinci: Kur’an-ı Kerimde onlarca ayette Allah inancı ile ahiret inancı birlikte zikredilmiştir. Bu ayetlerde iman, Allah ve ahiret inancında özetlenmiştir. Bununla ahiret bilinci doğrultusunda bir İslam insanı hedeflenmiştir. İslam insanı, söylediği her sözden ve işlediği her amelden ahirette hesaba çekileceğinin bilinci içerisindedir sürekli.

“.. Kim Allah’a ve ahiret gününe inanır ve salih amel işlerse elbette onların Rableri katında mükafatları vardır. Onlara bir korku da yoktur, mahzun olacak da değildir onlar.”[50]

“..İşte içinizden Allah’a ve ahiret gününe iman edenlere bununla öğüt veriliyor..”[51]

c.7-En iyiye, en güzele, en doğruya, en yararlıya doğru bitmeyen, sürekli artan doyumsuz bir arzu: Bir iyilik meleği olan müslüman her yerde ve herkese karşı iyilik ve hayra doymaz. Onun hayırhahlığı kesintisizdir. O, hayra doymaz ve hayra kanmaz. Hayırdan usanmaz ve hayır işlemekten yorulmaz. O, hayırlı bir işde yorulur; bir başka hayırlı işde dinlenir. Yaptıkları hayırlarla ve geldikleri noktalarla yetinme hastalığı yoktur onlarda. Onlar, sürekli okudukları günlük dualarında “Bizi dosdoğru yola eriştir”[52]diye dua ederler. Bununla dosdoğru yolda oldukları halde, o yolda hiç ayrılmadan ilerleyip mesafe katedebilmeyi, hidayetlerinin artırılmasını isterler. Zaten onları tanımlarken Rabbimiz şöyle buyurur:

“Hidayete eren müminlere gelince, Allah onların hidayetlerini artırmış ve onlara takvalarını vermiştir.”[53]

“.. Doğrusu onlar Rablerine iman eden genç yiğitlerdi. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık.”[54]

Pek çok hadislerinde mümini, gayesi ahiret olan kişi olarak tanımlayan Peygamberimiz @ de mümini şöyle niteler:

“Mümin, cennete varana dek hayra doymaz.”[55]

Bizim öne çıkardığımız bu maddelere şunları da ekleyebiliriz:

d. Yetki Sorunu:

Dinin yaygın olarak anlatmada görevli öncelikli kişiler kimlerdir. Resmî görevi olsun olmasın, dini bilen kişilerdir elbet. Bugün tıp alanı ile, din alanında herkes konuşur, herkes bu iki alanla ilgili bir şeyler söylemek ister. Bunun, herkesin bu iki alana ilgi duyması gibi olumlu nedenleri varsa da, sonuç itibarıyla bu durum pek çok olumsuzluklara yol açabilmekte, yarım doktor candan, yarım hoca dinden edebilmektedir. Hele bir de konuşan kişi, hiç doktor, yahut hiç hoca değilse, durumun vehametini siz düşünün. Vaiz, imam ve hatip seçiminde daha seçici davranıp, yetkili kişilerin bu görevlere getirilmeleri sağlanmalıdır. Bu önemli görevler, cazip hale getirilerek, işsiz kalınca kerhen başvurulan görevler olmaktan kurtarılmalıdır. Halen Türkiye camilerinde, ilkokul mezunu çok sayıda din görevlisi hizmet etmektedir.[56]

e. Zaman ve Ortam Seçimi:

Din anlatımında en uygun zaman ve ortamlar seçilmeli ve uygun ortam ve fırsatlar iyi değerlendirilmelidir. Bu noktada haftalık olarak müslümanların büyük bir çoğunluğunun katıldığı cuma merasimleri büyük önem arzetmektedir. Çünkü cuma merasimlerinin en güzel özelliklerinde biri de vaaz ve hutbelerin olmasıdır. Bu konuşmalarda, en anlamlı, en özlü, hayatın içinden ve yaşanan hayata yön verici cümleler olmalıdır. Bu nedenle vaiz ve hatipler iyi hazırlanmalıdır. Pratik olarak yalnızca erkeklere yapılan bu konuşmaların hanımlara da ulaştırılması sağlanmalıdır. Bu, hanımların camiye gelmelerine imkan sağlama yanında, radyo ve tv gibi iletişi organlarıyla konuşmaları yayınlamak ve dinleyicilere öğrendikelirini evlerine taşıma bilinci verilerek de sağlanabilir. Dini anlatı yeri öncelikle camilerdir, ama kesinlikle camilerle yetinilmemelidir. Bu konuda yetkin kimseler kendilerini gizlemeden, evlerde, kahvehanelerde, çay sohbetlerinde, çeşitli salonlarda, iş yerlerinde kısaca her yerde ve her an görevli olduklarının bilincinde olmalı ve bulundukları her yerde gündemi oluşturmaya çılışmalıdırlar. Bu da bilgi ve beceri ile mümkündür elbet. Yapılan bir araştırmada “Hangi vaazları beğeniyorsunuz?” sorusuna cevap verenlerin % 76 sı, ayet ve hadislerle yapılan vaazlara, % 11 i, teknik bilgilerle yapılan vaazlara, % 3 ü, heyecanlı vaazlara diye cevap vermiştir.[57]

f. Dini doğru ve yaşanabilir bir biçimde anlatmak.

Doğru anlatım için köklere, temel kaynaklara, Kitap ve Sünnete inmek gerekir. Ama Kitap ve Sünnetin mesajını doğru anlayıp, günümüze taşımak şarttır. Din, yaşanabilir bir hayattır, ütopya değildir, ucube hiç değildir. Bu nedenle anlatımımız, nefrete, kargaşa ve kaosa yol açmamalıdır. Çünkü, İslam sevgi, barış ve esenlik dinidir. Peygamberler müdeci ve uyarıcı olarak, karanlık dünyaları aydınlatıcı olarak gelmişlerdir. Peygamberimiz @, “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin. Kolaylaştırın, zorlaştırmayın” buyurmuştur. Ürkütmeden, kaçırmadan, kişileri dinden etmeden anlatabilmek. Bugün bazı anlatımlar, muhatapları çıkmaza sürüklemekte, onları tıkanmanın eşiğine getirmektedir. Sonuçta dine kazandırılmak istenen insanların, dinden kaçırıldıklarına tanık olunmaktadır. Anlatımda emir ve yasaklardaki hikmetler, nedenler, dünya ve ahiret kazanımları üzerinde ağırlıklı olarak durulmalı ve bilimsel gerçeklerden yararlanılmalıdır. Zira günümüz insanı, dünden daha fazla sorgulayıcı bir mantık yapısına sahiptir. Camide, evlerde, taziyede, doğumda, düğünde vb. değişik vesilelerle okunan Kur’ân aşırlarının mealleri verilmelidir.

Dinleyicilerin soru sormalarına imkan tanınmalı ve onların soruları cevaplanmalıdır. Bu, para toplama kutusu gibi, her camide bir dilek ve soru kutusu bulundurularak yapılabilir. Haftalık olarak yetkili kişiler o kutulara bakarak, sorulan sorulara vaaz ve hutbelerinde cevap verebilirler.

g. Anlatılan şey sahiplenilmeli. Kendimize ait olmayanı başkasına satamayız. “Yapmadığınız, yapmayacağınız şeyleri niçin söylersiniz?”[58]

h. Karşılık beklemeden yapılmalı. Din gibi yüce bir değeri basit emellere alet etmekten şiddetle kaçınılmalı. Kur’ân Allah’ın ayetlerini az bir paha ile satmayın,[59] derken Hz. Peygamber de “Kur’ân’la karın doyurmaya kalkmayın”[60] buyurur.

ı. Çok yönlü ve herkese yönelik, sürekli bir anlatım gerçekleştirilmeli. İnancı, seviyesi, yaşı, işi, konumu ne olursa olsun hiç kimseyi dışlamadan herkese yönelik olmalı. Muhatapların tepki ve tavırları, yılgınlığı, onları dışlamaya sevketmemelidir. “Ey inkarcılar! Aşırı giden kimselersiniz diye sizi Kuran’la uyarmaktan vaz mı geçelim?”[61] Davetçi güleryüzlü ve sempatikliğini her zaman muhafaza etmeli, özel ssorunlarını kesinlikle dini anlatma işine, söz ve duygularıyla yansıtmamalıdır. Başarılı olmak için hem kendisine, hem de muhataplarına duayı dilinden hiç eksik etmemelidir.

j. Kişileri değil, icraatları konuşmalı. Kur’ân isimler üzerinde fazla durmaz. Kur’ânın indiği dönem inanan insanlarından sadece Hz. Zeyd’in ismi, inanmayanlardan da Ebu Leheb’in künyesi geçer.

k. Din, bütüncül yaklaşım ile sloganlaştırmadan anlatılmalı. Bu konuda Kur’ân şöyle der: “Ey İnananlar! Hep birden barışa / İslama girin..”[62] Ayet, hepiniz toptan İslama girin, diye anlaşıldığı gibi, bütünüyle İslama girin diye de anlaşılmıştır. Başka bir ayetlerde de, Kuran’ı işlerine geldiği gibi bölenlere de, kendi kitaplarının bir kısmına inanıp bir kısmını kabul etmeyen yahudi ve hıristiyanlara da nitekim Kitap indirmiştik..”[63] “İnsanlar içinde Allah’a, bir  tarafından kulluk eden vardır..”[64] denilerek buçukçu yaklaşımlar kınanmıştır.

l. Tartışmalı konuları öne çıkarıp kafa karıştırma yerine, evrensel ve net ilkeler öne çıkarılmalı. Kur’ân’ın tedricilik / aşamalılık metodundan yararlanılmalıdır. Öyleki Kur’ân hedeflediği dinî düşüncenin oluşmasında, ibadetler ve muamelat denilen sosyal hayatla ilgili uygulamaları belli disiplinler haline getirirken hep bu metodu izlemiştir.Örneğin İslam’ın ilk yıllarından itibaren iki rekat ve iki vakit olarak gündeme getirilen namaz, Mirac olayı ile beş vakit olarak emredilmiştir. İlk olarak Aşûre orucu ile başlayan oruc, Medine döneminde Ramazan orucu olarak farz kılınmıştır. Vahyin ilk günlerinden itibaren gündeme getirilen infak ve yardımlaşma, Medine döneminde zekat olarak kurumlaştırılmıştır. İçki, kumar ve faizin yasaklanmasıyla ilgili olarak da benzeri bir metodun izlendiğini söyleyebiliriz.[65]

Burada bir fikir verebilmek için, İslamın ilk dönemlerinde inen şu ayetlere bir bakalım:

Yaratan Rabbinin adıyla oku. (1/96 Alak 1)

Nun. Kalem ve yazdıklarına andolsun.. Elbette sen, büyük bir ahlak üzeresin.. O Kur’ân alemler için bir zikirdir / öğüttür. (2/68 Kalem 1, 4, 52.) Sonraki ayetlerde Ahiret mükafat ve cezaları/ cennet ve cehennem konuları anlatılmaktadır.

Ey örtünen! Gecenin birazı hariç olmak üzere kalk.. Yavaş yavaş Kur’ân oku.. Hem Rabbinin ismini an. Kendini herşeyden çekerek Rabbine yönel.. Müşriklerin dediklerine katlan.. (3/73 Müzzemmil 1,2, 4, 8, 10.) Sonraki ayetlerde Ahiret mükafat ve cezaları/ cennet ve cehennem konuları anlatılmaktadır.

Ey örtünüp bürünen! Kalk ve uyar. Rabbini yücelt. Elbiseni temiz tut. Her türlü pislikten sakın. Yaptığın iyiliği çok göre. Rabbin için abret.. (4/74 Müddessir 1-7.) Sonraki ayetlerde Ahiret mükafat ve cezaları/ cennet ve cehennem konuları anlatılmaktadır.

Hamd alemlerin Rabbi, Rahman, Rahim ve din gününün sahibi olan Allah’adır. (5 /1 Fatiha 1-3.)

İlk inen bu beş surede özetle, bilgiyi kuşanmak, sağlam bir Allah ve Ahiret inancı, etik değerler ele alınmaktadır. Mekke’de inen ayetler genellikle bu temaları işlerler. Sınırları belirlenmiş olarak ibadetler ve sosyal hayatı düzenleyen emirler, yasaklar, cezalar hep Medine dönemindeki ayetlerde ele alınmıştır. Tabiki tüm bu konular Kur’ânın kendine özgü uslübüyle, inanç-davranış, dünya-ahiret, madde-mana, birey-toplum bütünlüğü içerisinde işlenmiştir. Kur’ânın bu metodu her zaman yolumuzu aydınlatmalıdır.

Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Dini anlatma gibi önemli bir göreve talip olanlar, sorumlululuklarının bilincinde,  önce kendi durum ve seviyelerini gözden geçirmeli, sonra da muhataplarının durumlarını iyi tesbit etmeli, dini insanlara ulaştırma görevinin en öncelikli şahısları olan Peygamberlerin davet metodlarından da yararlanarak, çağın gerekleri ve yaşanılan şartlar doğrultusunda yeni yaklaşım ve metodlar geliştirmeli, Allah’ın tüm kullarını kucaklasın diye gönderdiği evrensel dini, temel kaynaklara bağlı olarak, doğru ve net bir biçimde anlatabilmek için, hiç bir fedakarlıktan kaçınmadan ne gerekiyorsa onu yapmalıdırlar. Unutmayalım ki, biz insanları dinden soğutmak, dinin aşkın değerlerinden kaçırmak için değil; onları dine kazandırmak, dinin güzelliklerinden herkesi yararlandırmakla görevliyiz.

Selam olsun gerçek davetçi ve elçilere. Hamdolsun alemlerin Rabbi Allah’a.


[1] Bkz. M. Doğan Karacoflkun, Piko-Soyal Aç›dan ‹man-Amel ‹liflkisi, Samsun, 1998, s,56-57.

[2] Ayn› tez, s, 78-92. Ayn› araflt›rmaya göre, yalan söylememenin dini bir gereklilik olduğuna inananlar›n oran› % 94.6, hiç yalan söylemeyenlerin oran› ise % 30.6 (G›ybet oranlar› da hemen hemen ayn›) bkz. s, 104-113.

[3] 29 Ankebut 45.

[4] 4 Nisâ 136.

[5] 8 Enfal 2-4.

[6] Buhârî, ‹man 13; Müslim, S›yam 74; Muvatta’, S›yam 13; Ahmed, III, 317.

[7] 47 Muhammed 17.

[8] 18 Kehf 13.

[9] 20 Tahâ 114.

[10] 12 Yusuf 21.

[11] Baz› tefsirciler söz konusu bürhan›n, evin tavan›nda zinaya yaklaflma yaz›s›n›, yahut babas› Hz. Yakub’u, yahut Cebrail’i görmesidir, yahut da fuhfla düflmesine engel olan peygamberliktir , diyenler de olmuflsa da bunlar uzak yorumlard›r. Bkz. Razî, Mefâtihu’l-Gayb, XVIII, 119-120.

[12] 55 Rahman 46.

[13] 79 Naziat 40-41.

[14] 5 Maide 28.

[15] Buhârî, Ezan 36, Zekat 16, Rikâk24; Müslim, Zekat 91; Tirmizî, Zühd 53.

[16] 16 Nahl 125.

[17] 3 Alu Imran 19.

[18] 3 Alu Imran 83.

[19] 3 Alu Imran 85.

[20] 10 Yunus 105-106.

[21] 39 Zümer 2-3.

[22] 40 ⁄afir 14, 65.

[23] 39 Zümer 11, 14; 98 Beyyine 5.

[24] 2 Bakara 193; 8 Enfal 39.

[25] 4 Nisa 46; 5 Maide 13, 41.

[26] Bkz. Razî, Mefâtihu’l-Gayb, III, 338; ‹bnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, II, 99; Elmal›l›, Hak Dini Kur’ân Dili, II, 1362.

[27] 6 Enam 93

[28] 16 Nahl 116.

[29] Buharî, ‹man 43; Müslim, ‹man 95; Ebu Davud, Edeb 59.

[30] Nesâî, ‹man 28; Buharî, ‹man 29; Ahmed, V, 69.

[31] Gümüflhanevî, Râmuz, I, 189 (Deylemî).

[32] 8 Enfal 2,4.

[33] 23 Müminün 57.

[34] 23 Müminün 60-61..

[35] 22 Hac 35.

[36] 39 Zümer 23.

[37] Zemahfleri, Keflflaf, II,35.

[38] Müslim, Kader 34.

[39] 2 Bakara 25, 82, 277; 3 Alu Imran 57; 4 Nisa 57, 122, 124, 173…

[40] 18 Kehf 46.

[41] 19 Meryem 76.

[42] 3 Alu Imran 110.

[43] Genifl bilgi için bkz. ‹bn Kayy›m el-Cevziyye, Cennetteki Hayat, Uysal Kitabevi, Konya, ty.

[44] Muhammed Hamidullah, Hz.Peygamberin Savafllar›, s, 225, ‹stanbul, 1981.

[45] 25 Furkan 52.

[46] 9 Tevbe 41.

[47] 22 Hac 78.

[48] 2 Bakara 193; 8 Enfal 39.

[49] 2 Bakara 179.

[50] 2 Bakara 62; 5 Maide 69

[51] 2 Bakara 232; 65 Talak 2.

[52] 1 Fatiha 6.

[53] 47 Muhammed 17.Ayr›ca bkz. 19 Meryem 76.

[54] 18 Kehf 13.

[55] Tirmizi, ‹lim 19.

[56] Bkz. Beyza Bilgin, Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi, Ankara, 1995, s, 146.

[57] Bkz. Beyza Bilgin, Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi, s, 149.

[58] 61 Saf 2.

[59] Bkz.  2 Bakara 41, 79, 174; 3 Alu Imran 187, 199; 5 Maide 44;

[60] Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 52.

[61] 43 Zuhruf 5.

[62] 2 Bakara 208.

[63] 15 H›cr 90-92.

[64] 22 Hacc 11.

[65] Bkz. Arslan Durmufl, Metodolojik Yönden Kur’ân’›n Tedrîciliği, Bas›lmam›fl Yüksek Lisans Tezi, Sivas, 1999.

admin

Soru ve görüşleiriniz için İrtibat: fikiratlasi1@gmail.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.