Epistemik kölelik ve Tarihselcilik sefâleti (2)
Tarihselcilik, Almanya’nın darmadağınık olduğu bir zaman diliminde bir Alman ruhu icat ederek Almanya’yı toparlamak amacıyla doğdu, esas itibariyle.
Farklı kültürlere, dillere kapı aralayan bir arayış olarak. MAKALEYİ SESLİ DİNLEMEK
İÇİN TIKLAYIN
Zamanla, izafîleştirici, her şeyi kayıtlı zamana ve mekâna kilitleyici, dolayısıyla insanı tanrılaştırıcı, tarihi kutsayıcı özellikleri nedeniyle kıyasıya eleştirildi; sonunda, Karl Popper tarafından hurdaya çıkarıldı.
Tarihselciliğin, tarihi mutlaklaştırarak hakikati izafîleştirici özelliğinin, hakikat fikrini inkâr eden izafîleşme biçimlerini mutlaklaştıran postmodern söylemlere kapı araladığını da hatırlatmak isterim.
Dünkü yazımda tarihselciliğin serüvenini özetlemiş ve tarihselciliğin, insanın tanrılaştırılması sürecinin yapı-taşlarını döşediğine dikkat çekmiştim.
Bugünkü yazımda, tarihselciliğin, düşünme faaliyetini nasıl felçleştirdiğini, bu yüzden Batı’da da nasıl kıyasıya tartışıldığını ve hurdaya çıkarıldığını, ayrıca pratikte nasıl büyük felâketlere yol açtığını göstermeye çalışacağım.
DÜŞÜNME ÇABASINI BİTİREN İKİ ÇIKMAZ SOKAK: TARİHSELCİLİK VE POZİTİVİZM
Ama önce tarihselciliğin, felsefî / entelektüel olarak nasıl bir çölleşmeye yol açtığını, Husserl üzerinden giderek gözler önüne sermek isterim.
Husserl, Hegel’in Avrupa’yı sarsılmaz bir şekilde kurayım derken, tarihi kutsayarak aslında Avrupa’yı önce nasıl bir entellektüel felâketin eşiğine sürüklediğini gösterir ve bunun pratikte büyük bir katastrofa yol açacağına dikkat çeker.
Tıpkı Hegel gibi Descartes ve Kant’la hesaplaşan Husserl, modern Batı dünyasında düşünme faaliyetinin sonuna gelindiği uyarısı yapar ve bu felâketin iki ana kaynağı olduğunu söyler: Tarihselcilik ve pozitivizm.
Tarihselcilik, izafîleşmenin temellerini atar; pozitivizm ise, fizik gerçeklikler üzerinden hayatı anlamaya çalışmakla kabul olmayacak bir duaya âmin der.
Tarihselcilik, insanın düşünme çabasını izafîliklere, pozitivizm de fizik gerçekliklere / kabuğa indirgemekle, düşüncenin ve daha da önemlisi düşünme faaliyetinin köküne kibrit suyu çakarlar.
Husserl böyle düşünür ve ömrünü bu çifte çıkmaz sokağı aşmak için geliştirdiği fenomenolojiyi inşa ermeye adar.
DEĞİŞKENLER’İN SÂBİTE KATINA YÜKSELTİLMESİ FELÂKET ÜRETİR SADECE
İnsanlık tarihine dikkatle baktığımız zaman şu yakıcı ve yıkıcı gerçeği görmekte zorlanmayız: İnsan, her dâim sâbite arayışı içindedir. Sâbitelerini yitirdiği zaman, değişkenleri sâbite katına yükseltmekten çekinmez. Kaçınılmazdır bu: İnsan, sâbitesiz / “omurgasız” ayakta duramaz zira.
Ama insanın, değişkenleri, sâbite katına yükseltmesi, zulümdür: Sadece kendine değil, bütün varlığa yaptığı bir zulümdür bu.
Yalnızca çağımıza bakmamız kâfî bu yakıcı gerçeği görebilmemiz için.
Modernlikle birlikte, insan tanrılaştırıldı. İnsanın tanrılaştırılması, insanın azmanlaşmasına giden kapıları sonuna kadar açtı: Modern insan, yaşayabilmek için araçları, özellikle de güç üreten araçları kutsadı; araçlar insanı köleleştirdi, ruhsuzlaştırdı ve duyarsızlaştırdı.
Modern veya postmodern seküler / pagan insan, Tanrı fikrini yitirdi, kendisini Tanrı’nın yerine yerleştirdi.
Sonuçta tabiatı delik deşik etti; dünyayı talan etti; insanlığı kendisine benzetti: Yeni-barbarlık biçimlerinin zaferi.
Bilim tavan yaptı, insan insanlıkta yerlerde sürünüyor: Bütün bilimsel gelişmeler, dünyaya ve insana tahakküm edecek bir barbarlıkla gerçekleştiriliyor: Kapitalizmin zaferi!
En ileri bilimsel atılımlar, gen teknolojisi, yapay zekâ çalışmaları da dâhil, insana ve dünyaya hâkim olma kaygısıyla geliştiriliyor. Dünyayı ve insanlığı tek bir düğmeye basarak yok edecek “smart” teknolojik silahların geliştirilmesi, güç üreten araçların kutsanması, niceliğin hükümran olması, insanın insanlığını unutması, araçların kölesi olması sonucunu doğuruyor yalnızca: Sekülarizmin zaferi!
KUR’ÂN’A UYACAĞIMIZA, KUR’ÂN’I KENDİMİZE UYDURMAK!
Sözün özü: Kur’ân-ı Kerîm’i bura’dan yola çıkarak anlamaya kalkışmak, hem Kur’ân’ın anlam sistematiğini tarumar etmekle hem de İslâm’ın ilim, irfan ve hikmet geleneklerini, yolculuklarını hiçe sayarak çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüşen zihnimizle, seküler zihin kalıplarıyla Kur’ân’ı yorumlamaya kalkışmakla, bu da, Kur’ân’ı da, İslâm’ı da tanınamaz hâle getirmekle sonuçlanır.
Bu, kendimizi Kur’ân’a uyduracağımıza, Kur’ân’ı kendimize uydurmamız anlamına gelir; buysa, kelle sayısı kadar Kur’ân’ın ortaya çıkması sonucunu doğurur kaçınılmaz olarak. Müslümanların başına gelebilecek en büyük felâket budur.
Hele de Batı uygarlığının Nietzsche’den itibaren felsefî olarak çöktüğü, başka dinlerin, düşünce geleneklerinin fosilleştirildiği ve dünyanın İslâm’ın şaşmaz hakikatlerine her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğu bir zaman diliminde böyle bir şeye soyunmaya kalkışmak felâketlerin felâketi olur.
Elbette ki, dün yaptığımız gibi bugün ve yarın da, Batı’dan da, başka düşünce geleneklerinden de besleneceğiz. Ama pergelin sâbit ayağını, vahyin hakikatlerine, bu hakikatlerin nasıl anlaşılabileceğini vahyin şaşmaz sâbiteleri ışığında sarih ve vâzıh bir şekilde ortaya koyan İslâm ilim, irfan ve hikmet yolculuklarına basacağız.
Ancak ondan sonradır ki, pergelin hareketli ayağıyla bütün dünyalara, bütün değişkenlere velûd ve münbit bir şekilde açılabilmemiz, bütün dünyalara da, değişkenlere de “ruh üfleyebilmemiz” imkân dâhiline girebilir. Vesselâm
Yusuf Kaplan