İrfansız ve hikmetsiz bir Sünniliğin vebali kime ait? – Mahmud Erol Kılıç
Sünniliğin irfansız ve hikmetsiz salt bir fıkıh ekolü haline indirgenmesine şiddetle karşı çıkmamız lazım. Yoksa eriyen ve bir taraftan gizlice Vahhabileşirken diğer taraftan mealcileşen bir yeni Sünnilik anlayışı sahayı kaplamaya başladı. İlginç olan şu ki siyasi olarak birbirine zıt olan laik ve İslamcı söylemlerin bu konuda ağız birliği etmeleri. Yoksa İbn Arabi, Mevlana, Davud-ı Kayseri, Molla Fenari Sünni değil miydiler?
Bir rivayete göre Kur’an’ı ilk kez Türkçe’ye tercüme eden yine Molla Fenari değil miydi? Sünnilik tedrisatı deyince sadece ve sadece mevzuat ve kararnameleri ezberleyen mahkeme katipleri çıktı karşımıza. Montesqiou’nun Kanunların Ruhu’nu, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını, Orhan Münir Çağıl’ın Hukuk Felsefesi makalelerini ve de Makasıdu’ş-Şeria eserlerini okumadan yönetmelikleri ve mevzuatı okumak bize ne Hâkim, ne Kâdı ve ne de Müftî verir. Bir Molla Fenârî çıkmaz bu anlayış ve müfredattan. Çıksa çıksa mahkeme katipleri çıkar. Belki bu da Cellat çıkmasından iyidir diyeceksiniz ama bir sonraki aşamanın bu olduğunu Ortadoğu’da tecrübeyle gördük.
Aslen Afganistanlı olup şimdi Konya’da yaşayan ve orada hem imamlık ve hem de yüksek lisans öğrenciliği yapan Seyyid Arif isimli bir kardeşimiz benim bu minvalde yayınladığım bazı yazılarımdan yola çıkarak bana Hanefiliğin yani Sünniliğin Vahhabiliğe kaydığı bir yer olarak Afganistan başlıklı bir mektup gönderdi. Temas ettiği şeylerin önemine binaen ve kendinden izin alarak mektubunu aşağıda aynen naklediyorum:
“Muhterem Hocam, eskiden Afganistan’ın kuzeyinde bizim mollalar, yani yerel deyişle movleviler, büyük din alimlerimiz ve imamlarımız (ki bunların hepsi Hanefi idi) İslam kültürünü kucaklayıcı bir düşünce yapısına sahiplerdi. Örneğin bir Movlevi (medrese hocası) fıkıh, hadis, mantık, kelam (genelde Fıkh-ı Ekber ve Şerhu’l-Akaid okutulurdu) gibi ilimlerin yanısıra ulu tasavvuf şairlerinden Mevlana, Attar, Sa’dî, Hafız, Nevayi ve hatta İkbal gibi şairlerin şiirlerinden birçoğunu ezbere bilir, bunlar üzerinde düşünür, yorumlar ve şiirlerin felsefesini yaparlardı. Katıldıkları mahfil ve dost meclislerinde meclisin atmosferine uygun şiirler seçerek okur ve maneviyatlarını etraftakilerle paylaşırlardı.
Küçüklüğümüzde dinî eğitim almak için gittiğimiz camilerde, imamlar elifbe cüzünü bitirdikten sonra Kur’an-ı Kerim ile birlikte sırasıyla Çehâr Kitâb (dört kitaptan oluşan mecmua), Hafız’ın Divanı, Kul Hoca Ahmet (Ahmet Yesevi’nin Divanı), Nevayi’nin Garâibüs-Sıgar’ı, Sadî’nin Bustan ve Gülistan’ı, Huveyda Divan’ı, Sofi Allah Yar’ın Tuhfetü’l-Âbidîn vb. gibi eğitici ve ahlakî eserleri de okuturlardı.
Aynı müfredat evlerde bayan hocalar tarafından da kız çocuklarına okutulmaktaydı. Ayrıca ayda bir veya iki defa kitap okuma grupları oluşturulur hem erkekler hem bayanlar arasında bu kitapların birinden parçalar okunarak sosyal bağların güçlenmesi sağlanırdı. Bunları gören son nesil biz olduk.
İşte yüzyıllardır böyle bir Geleneğin devam ettiği bu bölgede bugün, bırakın yukarıdaki müfredatın okutulmasını, bu ulu insanlar, yazdıkları engin eserler ve hoşgörülü düşünce dünyaları yüzünden en çirkin ifadelerle tekfir edilerek İslam dışına itilmeye çalışmaktadırlar.
Bunun en acı tarafı ise bu çirkinliğin kendilerini Hanefi mezhebi mensubu olarak gören “alimler” tarafından yapılmasıdır. Zira bu camilerde, medreselerde artık bu eserler hiç okutulmadığı gibi (çok az da olsa istisnalar var) talebelere, Kur’an ve hadislerle sözümona desteklenerek radikal ve ideolojik düşünceler verilmektedir. Bunun şu an gözle görülen nedeni, bu ulemanın Pakistan’da resmi olmayan yerlerde eğitim görüp ülkeye dönmeleridir. Bizim eski ulema ise ilim silsilelerini Buhara’ya dayandırırlardı. Sonuç olarak Hanefi geleneğin bu mutedil düşüncesi yerini, günbegün katı ve ötekileştirme üzerine kurulu Vehhabi zihniyete bırakmaktadır.”
İslam dünyasının genelinin yaşadığı bu problemin Afganistan’daki görüntüsünden içerden bilgi paylaşan kardeşimize teşekkür ederim. Yakın zamanda Türk Dil Kurumu Yayınlarından çıkan Orta Asyalı Baba Rahim’in devâsa eseri Mebde-yi Nûr’u (haz. Sadi Gedik) okuyordum ki yüzyıllar evveliyle aynı şeyleri söylediğimizi görünce mesrur oldum:
“Ol sebebdin karvân-ı Mevlevî, mânâ-i Kurân’dan aldılar munı”.
Afganistan bu gelenekten uzaklaşırken bizde de bazı Hanefiler Osmanlı Hanefiliğinden yani Molla Fenari Hanefiliğinden fersah fersah uzaklaşmadılar mı?
Yıllarca bu anlayış siyasi olarak da desteklendi. Kur’an’ı anlamlandıracak dersler olan irfan ve hikmet derslerinin azaltılması ve hatta sıfıra indirilmesi talep edildi. Bunun yerine Arapça, Kur’an (tilavet) ve Fıkıh gibi bir usule, bir asla tabi olmadan anlamlandırılamayacak ilimler öne çıkarıldı. Sonuçta “altı yaşında bir kız çocuğu ile evlenilir mi evlenilemez mi?” gibi “çok büyük, çok yüce, çok âli, çok yüksek metafizik bir konuda (?) derin ve ufuk açıcı fikirleri olan büyük allâmelerimiz (?)“ yetişti. Aynı kimseler Osmanlı İslamının kurucu babalarından olan Muhyiddin İbn Arabi gibi bir âlime ağır ithamlarda bulunurken onları koruyup gözeten yine Hanefi (ve hatta Nakşi) çevreler olmadı mı? Diğer taraftan bu tür yaklaşımlara sırf oy kaybettirir diye siyasi olarak değil ümmetin imanının ve bu toprakların irfan ve hikmetle yoğrulmuş İslamının dokusunu bozuyor diye ciddi bir din problemi olarak yaklaşılmadığı sürece kökten bir çözüm bulunamaz. Hasılı hep tekrarladığımız bir düsturu tekrarlayalım. Genleri ile oynanmış ve ne idüğü belirsiz hibrit tohum İslam’ını daha fazla desteklemeyi bırakın. Yüzde yüz yerli Selçuklu-Osmanlı ilim geleneği tohumunu ihya edin.. “Görenedir görene, köre nedir köre ne?”… Vesselam.
Kaynak: yenisafak.com