TasavvufTüm YazılarYazi Atlasi

Bir geleneği olmak 1 – Mahmud Erol Kılıç

Tahminen yirmi yıl kadar evveldi. Geleneksel düşünce okulunun yaşayan temsilcilerinden Seyyid Hüseyin Nasr, kitaplarını neşreden İnsan Yayınları’nın davetlisi olarak bir dizi konferanslar vermek üzere İstanbul’a gelmişti. Bu meyanda yayınevinin sahibi rahmetli İlhan Akıncı ağabey Nasr’ı bir grup yerli yazar çizerle daha yakından tanıştırmak üzere evinde bir davet verdi. Yemek faslından sonra soru ve cevap şeklinde sohbete geçildi. Pek çok soru soruldu cevaplar alındı. Lakin sona doğru Ali Bulaç’ın sorduğu bir soru karşısında Nasr’ın keyfi kaçtı ve ne diyeceğini bilemedi. Nasr’ın cevabını, daha doğrusu tepkisini bugün dahi unutamam. Soru şu idi: “Efendim, siz yazılarınızda çok sık Gelenek diye bir kavrama vurgu yapıyorsunuz. Acaba şu Gelenek dediğiniz şey nedir bize bir kere daha anlatır mısınız?”. Nasr adeta Fesubhanallah dercesine bir müddet yere baktı. Sonra da; “Valla iki saattir bunu anlatıyorum Ali Bey. Üstelik bütün eserlerimde de ana kavram bu. Özellikle, Türkçe’ye de çevrilen Modern Dünyada Geleneksel İslam kitabımın girişinde sırf bu kavramı anlattığım uzun bir girişim var. Anlaşılan siz pek okumamışsınız. Konuyu hiç bilmeyenlerle tartışma yapmak abestir. İyisi mi siz önce oraları bir okuyun sonra görüşürüz” dedi.

Bu anıyı paylaşmamın nedeni İslami kesimde bazı yazar çizerlerin bugün dahi ne kavramı ve ne de konuyu hala anlamamış gözüküyor olmalarıdır. Dikkat edin sadece “Anlamak” diyorum, yoksa kabul etmek veyahut etmemeği kastetmiyorum. Bu zaviyeyi benimseyen olduğu gibi benimsemeyen de pek çok insan var ki bu tabiidir. İşin daha da ilginci ise Batı’da daha çok epistemolojik anarşist, militan devrimci, modernist, ateist ve statükocu bazı çevreler ‘Bu kavram dini çağrıştırıyor’ diye karşı çıkarlarken bizde ise dini bir geleneğe bağlı olduğunu ileri süren bazı yazar çizerlerin karşı çıkması kafaların ne kadar karışık olduğunu göstermektedir. Bizdeki karşı çıkışın yukarıda verdiğim örnekte olduğu gibi iyi niyetli bir yaklaşımla ‘Anlama’ problemi olduğu kanaatindeyim. Tıpkı bazı din alimlerimizin zaman zaman yazılarında karşılaştığımız benzer şekildeki metafizik, felsefe, tasavvuf v.b. gibi özel müktesebat gerektiren sahalarla ilgili konularda yaptıkları hilkat garibesi yorumlarda olduğu gibi. Keşke hiç o konulara girmeseler diyesi geliyor insanın. Mesela yıllarca İslam’da çek ve senetin yeri nedir? İslami bankacılık nereye kadar caizdir? Kredi kullanabilir miyiz v.b. gibi pratik hayatımızda karşılaştığımız bazı hususlara dair kıymetli fetvalar veren âlimlerimizin en büyük hataları bu somut ve pratik sahadaki uzmanlıklarını her sahaya hatta fizik ötesi konulara da taşımalarıdır. O konularda kendilerinden istifade ettiğimiz bu âlimlerin Mebde’ ve Meâd, Tecelliyat-ı İlahiyye, Emanet, Velayet, Vahdet-i Vücud, Tarikat, Ruhlar âlemi v.b. gibi konularda da hüküm vermeleri ve mine’l-garâib ve’l-acâib sonuçlar doğurmaktadır. Bize göre bunun sebebi de yine Gelenek ile irtibatlıdır.

Geçen haftalardaki yazılarımızda dile getirdiğimiz gibi eğer din eğitimimiz Gelenekte olduğu gibi, mesela Davud el-Kayseri gibi Molla Fenari örneğinde olduğu gibi önce metafizik eğitim alınıp sonra fıkhi konulara inme şeklinde bir süreç izliyor olsa idi böyle bir zihni parçalanma yaşamazdık. İlimler hiyerarşisi alt üst oldu. Ayak baş oldu baş ayak oldu. O yazılarımda da göstermeye çalıştığım gibi ilk müftümüz Molla Fenari her şeyden evvel bir metafizikçidir. Bir yola bağlıdır. Fusûs ve Mesnevi uzmanıdır. Sonra buradan kalkarak pratik hayata dair meselelere inmiş ve fıkhi görüşlerde bulunmuştur. Ama onun fıkhının da bir felsefesi vardır, bir usulü vardır. O üst prensibe bağlıdır. Usulsüz vusul olmaz derler.

Ananedeki bu süreci izlememiş ve böylesi bir talim ve terbiyeden geçmemiş günümüz din âlimleri muhatap kaldıkları bu türden sorular karşısında “Benim ilmim o konuları ihata etmez, bilgim ve tecrübem olan bir konu değil” demek yerine her halükarda cevap vermeye cüret etmeleri kendilerini büyütmeyip küçük düşürmektedir. Hem dini ve hem de bu konulara meraklı gençlerle yaptığımız sohbetlerde din âlimlerimizden en çok şikayet ettikleri konular bunlar olmaktadır. “Biz ve onlar farklı diller konuşuyoruz” diyorlar. “Mesela biz Kur’an Okumaları derken hermenötiği kastediyoruz, onlar Kur’an Tilaveti anlıyorlar” diyorlar. “Biz Vücud derken onlar bundan Beden anlıyorlar” ilaahir… Dahası, dini konularda değil de diğer sahalarda çalışan gençler indinde ise bu ayrı tellerden çalma durumu zirve yapmaktadır. Bu hocaların bir de ‘Bir ilim sahibi olmadıkları bu konuları’ kulaktan dolma duydukları bazı başka konulara kıyas ederek anlatmaya çalışmaları ortaya tam bir komedi çıkarmaktadır. Mesela ne olduğunu doğru düzgün bilmedikleri Panteizm’i vahdet-i vücud metafiziği için kullanmaları, Hz. Peygamber’in ilim kapılarından birisi olarak gördüğü rüya alemi denilince Freud demeleri, İlm-i Batın karşısında Masonluk demeleri, İlm-i Te’vil deyince Zırva demeleri, Cinler için Atomlar demeleri, İlm-i Murakaba deyince Hinduizm demeleri, Tasavvuf denilince hemen Budizm demeleri ortaya gerçekten gülünç mukayeseler çıkarmaktadır. Çobanın sürüyü bir tepeden diğer tepeye geçirinceye kadar oğlunu birkaç kelime öğrensin diye karşıdaki medreseye göndermesi hikayesini hepimiz biliriz. Anlamını ve bağlamını bilmeden oradan buradan duyulan laflarla ilim olmaz. Bu soruları bir de Molla Fenari’ye sorun bakalım size ne cevap verecek. İşte günümüz din âlimleri ile gelenekli din âlimlerimiz arasındaki büyük fark burada yatmaktadır. Bu fark kapanmadığı sürece din âliminin gerek bireysel ve gerekse toplumsal rehberiyetinin oluşması çok zor gözüküyor.

İşte anlamakta zorlanılan böylesi kavramlardan bir tanesi de Gelenekkavramıdır. Hocalarımız ne kadar okudukları metinlerde sık sık “Allah’ın Kelimelerinde bir değişiklik bulamazsın”, “Kökleri yukarıda sabit dalları aşağıda ağaç”, adetullah, sünnetullah, Peygamberler silsilesi, ilim silsilesi, ilim senedi, sika râviden sika râviye rivayet edilen hadis, fem-i muhsinden fem-i musine, elden ele, tarz-ı kadim v.b. gibi kavramlarla karşılaşmaktaysalar da işte bunun Gelenek demek olduğunu farketmiyorlar.

Veyahut çarşıda pazarda bir fırının, bir lokantanın bile “…den beri”, (since…) diyerek kendisine bir tarih, bir silsile çıkardığını görmüyorlar. Yani ustadan ustaya nakledilen bir ilim, bir tarz, bir sanat, bir görgü var. Benim ürettiğim ürün bütün bu tecrübelerden süzüle süzüle geliyor. Yani güvenebilirsiniz demektir. Yeni çıkan firmalar ise ne olduğu belli değil. Bir Gelenek olmaları yılları alır. Dün kurulan bir firmanın Geleneği olmaz. Şimdiden sonra oluşursa oluşur. Siz binlerce yıldır tecrübe edile edile, tekamül ederek gelen bir Geleneğe tabi olarak beslenir sonra buna şerhler, tâlikler düşerek kendi katkınızı yaparsınız. İlim böyle ilerler.

Yazdım ama yer darlığından dolayı bu konunun devamını haftaya yayınlayacağız kısmetse.

Yenişafak

admin

Soru ve görüşleiriniz için İrtibat: fikiratlasi1@gmail.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.