TasavvufTüm YazılarYazi Atlasi

Davud el- Kayseri bizim neyimiz olur? – Mahmud Erol Kılıç

Yaşadığı dönemde “Din ve Milletin Şerefi” anlamına gelen Şerefu’d-Din ve’l-Mille lakabı ile taçlandırılan Osmanlı’nın ilk baş müderrisi Dâvûd el-Kayserî aslen, İran Sâve’den gelen bir ailenin çocuğu olarak Kayseri’de dünyaya geldi. 11 Mart 1350 tarihinde İznik’te vefat etti. Önce Kayseri’de, sonra Mısır’da, Tebriz’de ilim tahsil etti. Tebriz’de Abdurrezzak Kaşanî’den Fusûs okudu. Kayseri’de zamânının meşhur âlimi Kadı Sirâceddîn Urmevî’nin talebesi oldu. Bu büyük âlim de bugünün Gelenek’ten kopuk hocalarının yakından tanıması gereken bir mühim zattır. Mevlana’nın yakın arkadaşı olan Kadı Urmevî, Karatay Medresesi’nde âlet ilimleri ile tasavvufi ilimleri beraber okuturdu. Hatta Sadreddin-i Konevi Mevlana’nın cenaze namazını kıldırırken fenalaşınca yerine namazı kıldıran yine Urmevî idi.

Dâvûd Kayserî’nin Merâga matematik-astronomi okulunun üyelerinden ve Niksar’da ders veren İbn Sartak’ın bâzı geometrik şekillerin tasavvufî yorumlarını da yaptığı iki eserini istinsah ettiğini tespit eden İhsan Fazlıoğlu büyük bir imparatorluğun medrese geleneğinin baş mîmârı olacak bu âlimin ne kadar ilimler hiyerarşisine vakıf biri olduğunu da ortaya koymuş oldu.

İlimdeki şöhreti sadece Anadolu ile sınırlı kalmadı. Onun İran’a, Orta Asya’ya ve Hind’e kadar büyük bir alana uzanan tesiri daha çok Osmanlı İslam anlayışının kurucu babalarından olan ve “En Büyük Şeyh” lakabı ile meşhur Muhyiddin İbn Arabi’nin Fusûsu’l-Hikem adlı eserine yaptığı şerh ile olacaktır. O kadar ki daha hayatta iken Altın Ordu Devleti’nin Merkez Saray’ında kendi şerhi okunmaya başlanmıştı. Kayserî o Füsus Şerhi‘nin başında şunları söyler: “Bir zaman geldi Allah Teâlâ beni muvaffak kıldı, sırlarının nurlarını açtı, kalp gözümden perdeleri kaldırdı, beni Rabbâni yardımla, gizli işaretleri bildirmekle, hazinelerini açmakla eksiksiz bir tevfîk ile destekledi; ihvanımız, Fusûsu’l-Hikem kitabını okumaya niyetlendi. O kitabı Hz. Peygamber, ehil insanlara sunsun ve hakikatlerden örtülü kalanları açıklasın, incelik ve sırlardan gizli kalanları açığa çıkarsın diye Şeyh Muhyiddîn İbn Arabî’ye vermişti. O şeyh ki, kâmil ve mükemmil, âriflerin kutbu, tevhîd ehlinin imâmı, tahkîk ehlinin göz aydınlığı, resullerin ve nebilerin vârisi, Muhammedî velayetin mührü, ilahî sırları keşfeden; hiçbir asrın ve zamanın benzerini nasip etmediği, dönüp duran feleğin dengini getirmediği, dini, milleti ve hakkı ihya eden bir erdir. Allah ondan râzı olsun ve onu râzı etsin; cennetini, vatanını ve yattığı yeri yüce kılsın”.

Kayseri’nin, üzerine şerhleri olan bir diğer kimse de selefi ulemanın tıpkı İbn Arabi gibi tekfir ettiği bir diğer bilge olan İbn Fârız’dır. Onun Tâiyyeve Mîmiyye manzumeleri üzerine açıklamalar yazmıştır.

Osmanlı’da onun çizgisi talebeleri Molla Fenârî ve Kutbeddin İznikî’den başlayıp ta 20. yüzyılın ortalarına kadar devam eder. Mesela İzmirli İsmail Hakkı (v.1946) Dârü’l-Mu’allimîn mektebinde okurken hocası Ahmed Asım Bey’den özel olarak Fusûs dersi almayı isteyince hocasının bu dersi Kayserî’nin şerhini okutarak yaptığını söyler.

Ne olduysa bundan sonra olur. Bizim yeni devre din adamlarımız başka kaynaklardan beslenmeye başlayınca bu gelenek kesilir. İrfan mı esas ilim mi esastır gibi suni tartışmalara giren zamanımız fukahası bu baş müderrisin, Ledünni İlim ve Hakiki Sevgi (çev. M. Bayrakdar, İst. 2009) eserine bir baksalardı orada bir Osmanlı müderrisinin ilimler anlayışını görürler beyhude teorilerle vakit geçirmezlerdi. Hatta tasavvuf nedir böyle bir ilimden biz bir şey anlamıyoruz diyenlere de yine onun Tasavvuf İlmine Giriş, (çev. M. Bedirhan, İst. 2013) kitabına, veyahut bu vahdet-i vücüd da nereden çıktı diyene de bir zahmet yine Kayseri’nin Vahdet-i Vücud Felsefesi, (çev. M. Bayrakdar, İstanbul 2013) kitaplarına bakmalarını tavsiye ederiz. Çünkü bu Osmanlı baş müderrisine göre en şerefli ilim “İlâhî İlimler”dir. Bu ilimler, ilâhî isim ve sıfatların, bunların hüküm ve lâzımlarının mazharlarda nasıl zuhûr ettiğinin bilinmesini amaçlar. Felsefe ve kelâmda da bu hususlar anlatılır ama onlar asıl meseleyi ihmâl etmiş ve kulun, Rabbi’ne nasıl yaklaşacağından, O’na nasıl ulaşacağından, yâni ‘seyr ü sülûk’den söz etmemişlerdir. Halbuki ilim tahsîlinin gerçek maksadı budur. Yazdığı bütün eserlerde, tüm burhan ve delilleri onların (ehl-i nazar) tâkip ettiği yola uygun şekilde getirdiğini söyler. Çünkü şühûd ehlinin keşfi onlar için delil değildir, bu sebeple de kendileriyle kendi dillerinden konuşmak gerekir. “Aslında bu ilim, keşfî ve zevkî bir ilimdir. Dolayısıyla ondan ancak vecd, vücûd, ıyân ve şühûd sâhipleri pay alabilir. Ancak gördüm ki, zâhir ehli, bu ilmin bir asla dayanmadığını, onun şiirler, hayaller ve zikir yapmaya bağlı coşkunluklardan ibâret olduğunu zannediyorlar. Yine onlar sûfîlerin bu konuda bir delillerinin bulunmadığını düşünüyor ve tasavvufu kendisine uyulması gerekmeyen basit bir mükâşefe dâvâsından ibâret görüyorlar.”

Geçen haftaki yazımda 1997 yılında Kayseri’de bu büyük âlim hakkında Uluslararası bir Sempozyum yaptığımızdan bahsetmiştim. Orada sunulan tebliğler daha sonra Turan Koç hocanın gayretleri ile basıldı (Kayseri 1998). İşte o sempozyumda sunulan tebliğlerin sadece başlıklarına bir bakalım: G. R. AVANI “Dâvûd el-Kayserî’nin Meşşâî Felsefeye Eleştirisi”; M. BAYRAKDAR “Dâvûd el-Kayserî’de Zaman”; W. C. Chittick “Konevî’den Kayserî’ye Beş İlâhî Hazret”; E. DEMİRLİ “Dâvûd el-Kayserî’nin Fusûsu’l-Hikem Şerhi”; İ. DİNÂNÎ “Dâvûd el-Kayserî’nin İran’daki Etkileri”; İ. FAZLIOĞLU “Osmanlı Coğrafyasında İlmî Hayâtın Teşekkülü ve Dâvûd el-Kayserî”; D. GRIL “Tâiyyetü’l-Kübrâ Şerhi’nin Mukaddimesine Göre Dâvûd el-Kayserî ile İbn Arabî”; İ. KALIN “Dâvûd el-Kayserî’nin Varlık Tasavvuru ve Günümüz İslâm Düşüncesi Açısından Önemi”; M. E. KILIÇ “Dâvûd el-Kayserî’nin Âlem-i Misâl Yorumu”; T. KOÇ “Dâvûd el-Kayserî’ye Göre Keşf ve Müşâhede”; J. W. MORRIS “İbn Arabî’nin Fusûs‘unda ve Dâvûd el-Kayserî’de Hayal Anlayışı”; M. S. ÖMER “Hint Altkıtasındaki Fusûs Şerhleri Geleneğine Dâvûd el-Kayserî’nin Etkisi”; S. SEVİM “Dâvûd el-Kayserî’de İnsan ve Evrendeki Yeri”; H. ŞAHİN “Dâvûd el-Kayserî’ye Göre Allah’ın Kelâmı”; M. TAHRALI “Dâvûd el-Kayserî’nin Fusûs Şerhi Mukaddimesi”.

Şimdi sorumu soruyorum: Yerli ve yabancı pek çok bilim adamının muhtelif konulardaki fikirleri üzerinde hala çalışmalar yaptığı böylesi bir âlim olan Davud el-Kayseri ile acaba bizim ne alakamız kaldı? Osmanlı Devleti’nin en baş müderrisinin İslam anlayışı ile bugün bize İslam’ı öğreten hocaların İslam anlayışları ne kadar örtüşüyor?

admin

Soru ve görüşleiriniz için İrtibat: fikiratlasi1@gmail.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.