TasavvufTüm YazılarYazi Atlasi

An’anedeki alim tipimiz (I) Davud el-Kayseri – Mahmud Erol Kılıç

Yazılarımızda günümüz Müslümanlarının ve hususen din adamları ve uzmanlarının İslam algıları ile An’anedeki âlimlerimizin İslam anlayışları arasında en temelde, yani eskilerin tabiriyle “Asıllar”da bazı mühim farklar olduğunu ileri sürmekteyiz. Ve kanaat-i âcizânemize göre problemin kaynağı da bu durum olmaktadır. Bu durumda yapılacak şey modernite tarafından asılları füru’, füru’ları da asıllaştırılmamış yani tepetaklak olmamış bir epistemolojiye sahip Gelenekli Ustalara müracaat etmektir. Bir evvelki yazımda genleriyle oynanmamış tohum bulmak benzetmesini bu iş için kullanmış ve kendimi ‘Geleneksel Tohum Hareketi’nin gönüllü bir neferi olarak tanıtmıştım. Şimdi bir adım daha ileri giderek sizlerle beraber bu tohumları nerede ve nasıl bulacağımızı araştırmaya koyulalım istiyorum.

Anadolu şehirlerinin bağrından çıkmış ama aynı zamanda o şehirlerin isimleri ile meşhur olmuş tohum sahibi bilgeleri, ârifleri başta o yöre insanına, yani hemşehrilerine sonra da bütün dünyaya tanıtmak için uluslararası sempozyum yapmak niyetimi ilki 25 sene evvel olmak üzere bugüne kadar pek çok valilik, belediye ve üniversiteye yazılı ve sözlü olarak teklif etmiş bir akademisyenim. Bu teklifimize pek çoğu olumlu karşılık verdiler ve o sayede pek çok uluslararası toplantı düzenlenmiş oldu. Bu minvalden olmak üzere Sadreddin Konevi’yi Konya’da, Davud-ı Kayseri’yi Kayseri’de, Niyazi-i Mısri Malatyevi’yi Malatya’da, İbrahim Hakkı Erzurumi’yi Erzurum’da, İsmail Hakkı Bursevi’yi Bursa’da ilmi açıdan değerlendiren toplantılar gerçekleştirildi. Hatta bazıları daha sonra bunların ikincisini üçüncüsünü de gerçekleştirdiler. Ammar-ı Bitlisi ve Hüsameddin-i Bitlisi için kulaklarımız Bitlis’ten bir ses beklemekte. Bu tekliflerimize tek olumlu cevap vermeyen ise İsmail Ankaravi Sempozyumu yapalım teklifimizi reddeden Ankara Büyükşehir Belediyesi olmuştu. Kendi takdirleridir.

İşte “Anadolu Bilgeleriyle Tanışıyor” toplantıları silsilesi içerisinde bir tanesi vardı ki yerli akademisyenlerin yanı sıra Japonya’dan, Fransa’dan, İran’dan, Fas’tan gelen bilim adamları tarafından da sunulan tebliğlerle gerçekleştirilen Davud el-Kayseri Sempozyumu (24-26 Ekim 1997, Kayseri) olmuştu. Hakikaten unutulmayacak bir sempozyumdu. Yerli, yabancı akademisyen arkadaşlarla daha sonra ne zaman karşılaşsam bugün için üzerinden tam 20 yıl geçmiş bu toplantıyı hep anarız. Bu vesile ile o zamanki Kayseri Belediye başkanı sayın Prof. Dr. Şükrü Karatepe beyefendiye bir kere daha şükranlarımızı sunarız. Hele veda yemeğinde yapmış olduğu o samimi itirafı hala unutamam; “Ben ki Kayseriliyim ve üstelik akademisyenim, hemşehrim Davud-ı Kayseri’yi maalesef tanımamışım, şimdi sizlerden ne kadar büyük bir insan olduğunu öğrendim” demişlerdi.

Günümüzde gerek İlahiyat çevrelerince ve gerekse Diyanet çevrelerince pek tanınmayan Osmanlı Devleti ilk baş müderrisi Davud el-Kayseri’yi evvela Prof. Dr. Mehmet Bayraktar’ın 1978 yılında Sorbonne’da yaptığı La Philosophie Mystique chez Dawud de Kayseri isimli doktora ve müteakiben Türkçede yaptığı çalışmalar ile yavaş yavaş keşfetmeye başladık. Son zamanlarda genç kuşağın Gelenek ve Gelenekli âlimler üzerine olan ilgisi en son Dr. Sema Özdemir kardeşimin Davud Kayseri’de Varlık Bilgi ve İnsan (İstanbul 2014) isimli doktora tezinde adeta zirveye çıktı. Tabir caizse ilk Diyanet İşleri Başkanımız diyebileceğimiz Davud el-Kayseri kimdi? Nasıl bir İslam anlayışı vardı? Bizim anlayışımız bunun neresinde? diye merak eden Diyanet görevlisi arkadaşlar başta olmak üzere bütün İslami ilimler câmiâsına hararetle tavsiye edebileceğim bir çalışma.

Günümüz Türkiye’sinin dini ve ilmi çevrelerinin bir şekilde yabancılaştıkları bu mirasın en mühim yerli temsilcilerinden olan Kayseri’nin Fusûs Şerhi ilk defa 1881 yılında Tahran’da, bir yıl sonra da Bombay’da basılmış olması size garib gelmiyor mu? Kayseri, kendi topraklarında unutulurken hem mezheb olarak ve hem de siyasi olarak “Düşman (?)” görülen bir ülkede, yani İran’da bir şekilde korunmuş olması hayli düşündürücü bir durum. “İlim iltifata tâbiidir. İltifat görmeyen meta zâyidir” sözünü ecdad söyledi ama biz sadece çerçevesini yapıp duvara astık. Neyse ki bir yerler sahip çıkmış. “İlim Çin’de de olsa alınız” peygamber sözü herhalde İran’ı dışarıda bırakmaz diye düşünüyorum. Belki şaşıracaksınız ama Kayseri ve eserleri Kum medreselerinde hala bazı hocalar tarafından okutulmaya devam ediyor. (Gittikçe azalan bir taleple !).

Bu vesile ile bir tespitimi ilgilisine açmak istiyorum. Bugün eğer Osmanlı Medreseleri üzerinde çalışacak kimse varsa İran Medreselerini yani “Havza-i İlmiye”lerini de ihmal etmesin diyorum. Gerek müessevi olarak ve gerekse müfredat olarak büyük benzerlikler görüyorum. Bütün medreseleri yani Irak, Lübnan, Körfez v.s. bütün şia medreselerini kastetmiyorum. Sadece İran medreselerini kastediyorum. Nedeni şu? Siyasi olarak rakip olsanız da muhtelif dönemlerde oradan buraya pek çok ilim adamı, devlet adamı, sanatçı geçişi olduğunu biliyoruz. Aynı şekilde buradan oraya da hiç geçiş olmaması mümkün değildir. Bunu bazı İranlı tarihçiler de ifade etmektedirler. Mesela bürokratik yapıda Timurlular, Selçuklular, Safeviler, Afşarlar dönemlerinden bugünkü İran’a tevarüs eden unsurlar bulunmaktadır. Bu yüzden İran tarzı Şiilik dahi Arap alemindeki Şiilikten bazı farklılıklar taşır. Daha çok “Safevi Şiası” denilen bu özel durumla başka yerde karşılaşmazsınız. Ali Şeriati gibi analizlerinde daha çok sosyo-ekonomik parametreler kullanarak İslam yorumu yapan bazı yazarlar “Safevi Şiası” tabirini saraylı, burjuva, müstekbir tabirlerle karşılayıp buna mukabil “Ali Şiası”nı teklif ederler. Bazı Arap Şii mercileri de İran Şiasına “saf değil, karışık, münharif Şiilik” diyerek karşı çıkarlarken kastettikleri bu karakterdir. Hele buna bir de Arap milliyetçiliği ilave edilirse “Acemden Şiilik öğrenecek değiliz”e kadar götürürler meseleyi.

Bilindiği üzere Safevilik asıl itibariyle Sünni-Şâfi olan bir tarikatın, var olan ehl-i beyt muhabbeti kavramını daha da ileri taşıyarak Şii-Caferi olması ile ortaya çıkan bir siyasi-kültürel yapı. Her ne kadar o Şeyhlikten Şahlığa geçiş sürecinde seyr-i süluk ana gayesinden sapmalar oluşmuşsa da bu yapının İran kültürüne taşıdığı pek çok şey de vardır. Mesela mimari olarak bir Safevi şehri olan İsfahan aslında Orta Asya’da Semerkand’ın devamıdır. Semerkand’ı bilmeyen İsfahan mimarisini anlayamaz. Benzer şekilde bazı tasavvufi unsurların da İran Şiasına Safeviler üzerinden girmiş olması mümkündür. O dönem medreselerinde Hikmet ve İrfan derslerine ağırlık verilmesi tesadüfi olmasa gerektir. Kendilerinden evvel o coğrafyada var olan İbn Arabi ve mektebi literatürü taşıyıcı unsur Safevi tarikatı üzerinden Şianın bazı kanallarına intikal etti. Buna Hafız, Sa’di, Attar, Mevlana kültürünün taşınmasını dahil edebilirsiniz. Bunun neticesi ne olmuştur biliyor musunuz? Diyebilirim ki İran Şiası tabir caiz ise daha tasavvufi bir Şiilik olarak melezlenirken Arap Şiiliği daha selefi bir Şiilik olarak kalmıştır. Molla Sadra, Haydar Amuli, Sebzevari v.s tam da o dönemde bu sentezin çocukları olarak ortaya çıkarlar. Buna tepkiler de hemen başlar. Hatta yakın zamanda, mukallidi sayısı itibari ile şu an yaşayan en büyük Şia mercii sayılan Ayetullah Sistani kendine bağlı başta Irak medreseleri olmak üzere bütün medreselerde Molla Sadra okunması ve okutulmasını yasakladı. Gerekçe ise İbn Arabi fikirlerinin te’siri altında kalarak Şiilik ruhunu bozmak, hatta sünnileştirmek. Hatta bazı İranlı akademisyen dostlar bugünkü “Veli-yi Fakîh” ve “Şûra-yı ehl-i hâl ve’l-akd” kavramlarının dahi Sünnilikten Şiaya bu yolla geçmiş olduğunu söylerler.

Davud el-Kayseri’yi anavatanına çağırma vakti gelmiştir. Haftaya devam edeceğiz.

yenişafak

admin

Soru ve görüşleiriniz için İrtibat: fikiratlasi1@gmail.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.