Kapitalizm nasıl kahrolur?
Eşya üzerindeki tasarruf hakkımıza dair hudut, şekil ve üslûbu büyük bir ciddiyetle sorgulayıp Müslümanca bir okuyuş üzerinden yeniden tanımlamaya mecburuz. Kapitalizmin vahşi, sekülaritenin cazip, modernitenin ayartıcı davetine kendimizi tatmin yollu bir reaksiyon yahut vicdanımızı rahatlatmak için bir tavır olsun diye değil; Müslüman olduğumuz için, başka türlüsünü yapmaya hakkımız olmadığı için, yerlerin ve göklerin Rabbine kul olduğumuz için bunu yapmaya mecburuz.
Yaşadığımız çağa rengini veren zihin yapısı bize kendince doğru olanı cerzebeli sloganlar eşliğinde dayatıyor: Her şeyin en iyisi senin olmalı! Gerçekten istersen sen de her şeye sahip olabilirsin! Sahip olduğun şeyler üzerinde istediğini yapma hakkına sahipsin!
İlk bakışta gayet masum, tamamen bizi düşündüğü hissini veren bu çağrıya biraz dikkatle nazar ettiğinizde fark edeceksiniz ki, bizim için istiyor gibi yapıp aslında bizden bir şeyler istiyorlar. Bizim yaşamak için bir takım ihtiyaçlarımız var olduğu gibi, bu sistemin de var olmaya devam etmesi için bizim yapacağımız bazı şeylere ihtiyacı var. Biz tüketeceğiz ki o tükenmesin. Biz tükeneceğiz ki o var olmaya devam etsin. O cüssesini bizim kanımızı emerek büyütsün ki biz ona minnettar bir şekilde günden güne eriyip yok olalım.
Peki ne yapacağız?
Barış Manço’ya bir Fatiha okuyup, ‘Ahmet Bey’in Ceketi’ni bir daha, bir daha dinleyeceğiz. Alıp başımızı bir Mustafa Kutlu hikâyesinin önünde gözyaşlarıyla diz çökeceğiz. Bir manav tezgâhının önünde edeple duracak, elinde kese kâğıdı, domates seçen Sami Efendi’yi seyredeceğiz. Merhum Mahir İz Hoca’nın elindeki hediye paketinin bir ucundan tutacağız. Aziz Efendi’nin paşmaklarını Nurettin Hoca’nın gözlerinden hayret ve hayranlıkla yeniden göreceğiz. Son durağımız bütün güzellerin güzelliğini borçlu olduğu o güzeller güzelinin diyarı olacak, elindeki cübbeye fısıldadıklarını işitmeye gayret edeceğiz ve kalbimize işittirmeye…
Barış Abi; ‘yâ nasip yâ kısmet’ diyecek ve biz mahallede bir fakir ölmese de anlayacağız Ahmet Bey olmanın ancak ‘Kul Ahmet’ olabilenlerin harcı olduğunu. Kundura kokulu bir hikayeye varacağız, usta elindeki ayakkabılarla konuşup onlara dua ediyor olacak: Sizi giyen harama ayak basmasın, yanlış yerlere gitmesin, camilere, dergâhlara, dost meclislerine varsın sizinle. İki dükkan ötedeki yorgancının duasını dinleyeceğiz sonra…
Ellerimizi edeple bağlayıp, omuz hizasından hafifçe bir bakacağız ki Sami Efendi merhum, eline aldığı domatesi ezik bile olsa geri bırakmayıp kese kâğıdına koyuyor. Anlam veremediği için şaşkın bir yüzle kendisine bakan dervişine dönüp tebessümle izah ediyor: Geriye bırakırsam bu domates incinir, arkadaşlarına mahcup olur gibi geliyor, kıyamıyorum.
Mahir Hoca’nın elindeki pakette bir fakire hediye edilmek için itinayla hazırlanmış üç kat takım elbise olduğunu görünce, hocanın kendisine yenice üç elbise diktirdiğini anlayacağız. İhtiyaç fazlasını gardıropta tutmanın neden haram gibi bir şey oluşunu anlamaya gayret edeceğiz gözümüzün önüne kendi gardırobumuzu getirerek. Aziz Efendi’nin zevcesiyle ortaklaşa giydiği o ayakkabılar, medeniyetimizin eşya ve tasarrufa dair muhteşem tasavvurunun nişânesi olacak gözümüzde. Medine’de bir yatak ve bir seccadeden fazlasının içine sığmadığı bir odacıkta, elindeki cübbeyi birisine hediye etmenin arifesinde ona teşekkür edip helalleşen Peygamber’in (s.a.s) ahlâkına bir kez daha vurulacağız.
Her şeyin en iyisi senin olmalı diyecek birileri. Biz önce içimize dönüp iyinin tarifini yapacağız. Kalb-i selîmin son modeli yeni çıkmış o arabadan ne kadar iyi olduğunu düşüneceğiz mesela. Her şeye sahip olabilirsin diyecekler, sahip olunacaklara dair bir öncelik listesi yapacağız. Kimimiz tezkiye olmuş bir nefsin, falan cep telefonunun filan modelinden, kimimiz de Ege’deki o yazlıktan daha öncelikli ihtiyaç olduğunu fark edeceğiz. Zengini bir daha tarif edeceğiz sonra. Çok şeye sahip olan mı daha zengin diye soracağız, az şeye ihtiyaç hisseden mi?
Sahip olduğun şeyler üzerinde istediğini yapma hakkına sahipsin diyedursun birileri, biz sahip olmak ne demek diye düşüneceğiz. Kendisi kendisinin olmayan kimsenin başka bir şeye sahipliği ne kadar gerçek olabilir ki diye düşüneceğiz. Emanete bir kapı aralanacak buradan. Emanet kelimesine kudemânın yüklediği anlamı sil baştan hatırlayacağız. Emanet: Senin olmayan, sende durması için sana bir müddet için teslim edilen… Dağlara, taşlara teklif edilen ama onların kabul etmekten imtina ettiği, emanet… Münafığın üç alâmeti gelecek aklımıza. Emanete ve ihanete bir de buradan bakıp ‘hiç böyle düşünmemiştim’ diyeceğiz. Kendi öz canını bile emanet diye taşıması gereken insanın, sahip olduğu bir şeyden bahisle ‘benim’ diyebilmesine kahkahalarla güleceğiz.
Benim param, benim arabam, benim evim, benim, benim, benim… ‘Benim’le başlayan cümlelerle kavgamız olacak. “Veli mevzuunu bulamaz ki ben desin” diyen gönüllerle bir irtibatımız olacak. Bir şeye benim demekle o şeyin bize emanet olması arasındaki derin ve büyük farka dikkat kesileceğiz. Benim dediğimizin bize sahip olduğunu, bana emanet dediklerimize ise şimdilik kaydıyla aslında bizim sahip olduğumuzu fark edeceğiz. Bir şeyi alırken; “beğendim, para da benim, öyleyse ben bunu alırım, kim ne karışır” demeyeceğiz. Bir şeyi almazken bu para bana emanet, beğendim ama almayacağım çünkü ihtiyacım yok diyeceğiz. ‘Mal seninse onun üzerinde istediğin gibi tasarruf hakkına sahip olabilirsin ama can sana emanetse senin malının üzerindeki tasarruf hak ve hududunu da emanetin hakiki sahibi belirler’ idrakine ereceğiz.
Oturup bu sahiplik ve emanet meselesi üzerinden bir Müslüman tarifi yapacağız. “Müslüman faturasını kendisi ödemeyecek olsa bile suyu ihtiyacından fazla kullanamayan insandır” diyeceğiz mesela. Yahut “parasını peşin ödemiş olsa bile bir otel odasında fazladan yanan lambanın kalbini huzursuz ettiği kimse Müslümandır” diyeceğiz. “Giydiği elbisenin üzerinde, o elbiseyi dikebilmek için bir konfeksiyon atölyesinde gecesini gündüzüne katarak çalışan işçinin alın teri hakkı olduğunu bilen ve bu şuurla elbisesini kaldırıp bir kenara öylesine fırlatamayan insandır” diye bahsedeceğiz Müslümandan. “Yarım bıraktığı çay bardağının hüzünlü bakışında Rize tepelerindeki hanım ablaların yorgunluğunu, çöpe attığı bir ekmeğin kaş çatışında kırış kırış alnıyla bir Anadolu çiftçisinin sitemini, ihtiyacı olmayan şeye verdiği her kuruşun üstünde Afrikalı bir bebeğin açlıktan kıvranış sancılarını seyredebilen adamdır” diye tarif edeceğiz Müslümanı.
Ve evet, eşya üzerindeki tasarruf hakkımızı Müslümanca yorumlayıp yeniden tanımlayabildiğimiz gün kahrolsun kapitalizm diye bağırmamıza gerek kalmayacak. Biz Barış Abi’den ‘Yaz Dostum’ dinleyip, Viyana önlerindeki yiğitlerin hüznünü telvesinden seyredeceğimiz bir kahveyi, zaman bize emanettir şuurlu bir mahcubiyetle yudumlarken kapitalizm kendiliğinden kahrolacak!
Serdar Tuncer – Yenişafak
29 Aralık 2016