ASILLAR VE GÖLGELER
İnsanın, gayr-i meşrû daireye ait bir fiilden aldığı cüz’î lezzet; balığın, oltanın ucuna takılmış yemden aldığı lezzetin süresi kadar kısadır aslında. Nasıl ki o yemi ağzına alan balık, o yemden alacağı cüz’î lezzetin bedelini hayatı ile ödüyor. Biz de, nefsimizdeki; “âkıbeti görmeme veya görmek istememe” hastalığından dolayı, aldığımız kısacık haram lezzetin, bize dünyada ve ahirette hangi faturaları ödeteceğini, maddî-mânevi nasıl zararlar vereceğini hesap etmeden, yemin gerisindeki oltayı ve en önemlisi de avcıyı görmeyen balık misali, nefis ve şeytanın attığı yemlere hesapsız kapılıyoruz, hem dünyamıza hem de ahiretimize ciddi zararlar veriyoruz. Üstelik o lezzet devam etmiyor, şimşeğin parlayıp sönmesi gibi çabucak zevâle uğruyor, bizi helâl dairedeki hakiki lezzetten mahrum bıraktığı yetmiyormuş gibi, üstüne bir de günahını sırtımıza yükleyip vicdanımızı azap içinde bırakarak çekip gidiyor, değer mi ?… Değmiyor!
Yeri geldiğinde bize dinimizden ve mukaddesâtımızdan akıl almaz tavizler verdiren, bizi insanlara ve nefsimize karşı gönüllü köle ve dilenci yaptıran, bizi haramlara düşürüp ahiretimizi dünyaya feda ettiren nefsâni ve dünyevî isteklerimizdeki heyecan, o isteklere ulaştığımız vakit, yağmur altında yanan mumun alevi gibi cılızlaşır, erişilen o isteklerdeki cazibe söner ve tüm anlamını yitirir. Elde edilmiş bu zaferler anlamını yitirince, hâlihazırdaki elde edilmemiş istekler, insanın âleminde yeni hedefler olarak yerlerini alırlar ve çoğu insanın iradesine bir nevi pranga vurarak insanı, “arzu ve sun’î tatmin” kısır döngüsünün etrafında döndürerek doyumsuzluk zindanına hapsedip, bu isteklerin dilencisi ve tiryakisi vaziyetine düşürüp, bir istekten doğan başka bir istek arasında çırpınır vaziyette koşturur dururlar. Gün geçtikçe bu istekler insanın hayatının merkezine oturarak kendsini mum, insanı da pervâne böceği yapıp kendi etrafında döndürürler ve bu dönüşün müstakbel ve kaçınılmaz neticesi olan yanıp tükenmeye doğru sürüklerler.
Nefis, his ve hevesi kullanarak aklı, ruhu, cihâzât-ı mâneviyeleri, hissiyât-ı ulviyeleri ve latife-yi rabbâniyeleri susturup, hakiki vazifelerine mani olur ve onları mağlup ederek ceset hânesinde hükümdarlığını ilan eder. Sonuç itibariyle bu durum insanı öyle bir seviyeye getirir ki, -Allah muhafaza etsin- insanı “Hevâsını (nefsânî arzularını) kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü?” (Furkân:43) âyetinin şumûlüne, kapsamına dahil eder.
Hepimizce malûmdur ki; bu dünyada, nefsin mutlak manada tatmini mümkün değildir. Ateşin oduna doyması gibi bir durum söz konusu olamaz. Ateşe ne kadar odun atılsa, ateş o kadar büyür ve kontrolden çıkar, ateşin kontrol edilebilmesi ve ondan istifade edilebilmesi için yanan ateşe normal miktarda odun atılmalıdır. Aynen öyle de Allah, insanda yarattığı duygu ve kuvvelerin, maddi ve hissî ihtiyaçların tatmini için helâl ve geniş bir daire ihsan etmiştir ve menettiği her şeye mukabil onların helâllerini de yaratmıştır. Bu helâl daireye kanaât edip o daireden istifade etmek ve daire kurallarına riayet etmek, insan için istikameti temin eder.
Yazın kavurucu sıcağında susayıp tatlı su yerine tuzlu deniz suyu içen bir insan, susuzluğunu dindiremediği gibi, kısa zaman sonra daha yakıcı bir susama ile yüz yüze kalacaktır, “susadıkça içecek içtikçe susayacak” tarzda bir teselsülün içinde dönüp duracaktır. İşleyen sağlam metal bir mekanizmanın üzerine su atılırsa onda kısa süreliğine güzel ve parlak bir görüntü oluşur, ama o parlak görüntüyü oluşturan su, o metal mekanizma üzerinde durmaya devam ederse onu paslandıracak, mahvedecek ve çürütecektir. Nefis ve şeytan, çoğu zaman günahları ve haram olan şeyleri bize “zehirli bal” şeklinde yedirebiliyor. Biz de şifalı balın rengine, lezzetine, kokusuna ve şekline benzeyen görüntülere aldanarak ve onu hevesli çocuklar gibi bilerek ve severek yiyoruz ve aldığımız cüz’î lezzete karşılık, hemen akabinde kıvrandırıcı karın ağrısı çekiyoruz. Allah’ın menettiği ve dünyayı ahirete tercih ettiren şeyler tuzlu suya benzer. Beşerin istifadesine sunduğu, keyfine kâfi gelecek helâl nimetler ise sâfî, tatlı, berrak suya benzer. İşlediğimiz günahlar, parıltısına kandığımız metalin üzerine serpilen suya ve bal içine gizlenmiş zehire benzer.
Günah işlediğimizde pişman olmalı ve hemen o metalin üzerindeki suyu siler gibi tevbe etmeli ve üzerine atılan su nedeniyle paslanmaya yüz tutmuş metal mekanizmayı yağ ile besler gibi, işlenen günahları silecek salih ameller işlemeliyiz. İçinde zehir olan bir balın tatlılığının veya kristal bir şişede bize sunulmasının, kendi içinde gizlenmiş zehire karşı bizi koruyamayacağını ve hakiki bir baldan görülecek faydaları bize veremeyeceğini bilmeli, zehir kana karışmadan hemen mânevi bir hastahane olan Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye eczahanesine yetişmeliyiz.
Allah’ın dünyada ihsan etmiş olduğu her şeye cennetteki asıllarının ve menbâlarının gölge ve numunesi olarak bakan, Allah’ın açmış olduğu geniş helâl dairesindeki nimet sofralarına kanaât eden, cennettekilere numûne olan bu mâidelerdeki nimetlerden Allah nâmına, Onun rızasını gözeterek şükür maksadıyla istifade eden ve o gölge hükmündeki in’amların asıllarına, menbâlarına ve ebedîlerine müşteri ve tâlip olan insanlar dünyevî ve uhrevî saadetlere nâil olacaklar, hayata tek gözle bakanlar, helâl daireye kanaât etmeyip dîninden, mukaddesatıdan, şeref ve haysiyetinden tavizler verenler; elmanın gölgesini elma diye ısırmaya çalışarak akıldan istifa ettiklerini ilan edenler, ısırdıkları gölgede hakîki elma lezzeti alamayacakları gibi elmanın aslına ve ebedîsine de sahip olamayacaklardır.
Rabbim hepimizi dünya ve içindekileri gölge ve numûne telakkî edip ebedîlerine müşteri olan kullarından eylesin âmin.
Özgür ÖZYÜREK
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı / Kelâm M.A.