Hayatı Anlamlı Kılan Adımlar
Sevdiklerimizin varlığı güç katar bize. Kabuklarımızı kırıp benliğimizi erittiğimiz ve nefsimizi terbiye ettiğimiz zaman içimizden sadece ve sadece sevmek ve sevilmek duygusu çıkacaktır. Nefsini arıtıp sevme sanatını öğrendiğimiz an, dostlarımızın duygularına tercüman olmaya başlarız. Farklı bedenlerde ortak ruhu taşıyıp aynı dili konuşmayı öğreniriz. Ancak bu merhalede yegâne görevimiz, dostlar olarak birbirimizin elinden tutmak, birbirimizi anlayacak bir yüreğe sahip olmaktır. Meşhur sûfî Ebû Osman el-Hîrî dost olmanın ilkelerini şu şekilde sıralamaktadır:
- Dostlarımızın iyiliğini görmek
- Kendimize ait olan servetten dostlarımıza bolca vermek
- Dostlarımızın malına tamah etmemek
- Dostlara daima insaf edip asla onlardan insaf beklememek.[1]
Dostluk fedakâr olmayı gerektirmektedir. Savaşın en kanlı günlerinden birinde yaşanan şu olay bu fedakârlığın boyutunu göstermektedir: Asker en iyi arkadaşının az ileride, kanlar içinde yere düştüğünü görür. İnsanın başını bir saniye siperden çıkaramayacağı gibi bir ateş altındadırlar. Asker teğmenine koşar ve;
– Komutanım, koşup arkadaşımı alabilir miyim?
Teğmen;
– “Delirdin mi? Gitmeğe değmez oğlum, arkadaşın delik deşik olmuş. Büyük olasılıkla ölmüştür bile. Kendi hayatını da tehlikeye atma sakın!” der.
Ama asker o kadar ısrar eder ki, teğmen izin vermek zorunda kalır.
– Peki, dene bakalım!
Asker yoğun ateş altında fırlar siperden ve mucize eseri, arkadaşının yanına kadar gider, yaralı arkadaşını sırtlandığı gibi taşır. Birlikte siperin içine yuvarlanırlar. Teğmen koşup yaralıya bir göz atar ve nefes nefese bir kenara yıkılmış askere döner;
– Sana hayatını tehlikeye atmaya değmez, dememiş miydim! Bu zaten ölmüş…
– “Değdi Komutanım, değdi!” der asker.
– Nasıl değdi, arkadaşın zaten ölmüş, görmüyor musun?
– Gene de değdi komutanım, çünkü yanına vardığımda henüz yaşıyordu… Ve onun son sözlerini duymak, dünyalara bedeldi benim için… Ve, hıçkırarak, arkadaşının son sözlerini tekrarladı:
– “Geleceğini biliyordum!”
Kalbimizde “dostluk ve muhabbet” denilen bir mucize var. Nasıl olduğunu, nasıl başladığını bilemezsiniz. Ama bunun özel bir armağan olduğunu, Allah’ın bir lütfu olduğunu bilirsiniz. Gerçekten de dostlar nadide mücevherlerdir. Yüzünüzü güldürüp, başarmanız için cesaret verirler. Sizi dinlerler ve kalplerini açmaya hazırdırlar. Çünkü parayla, makamla, etiketle ve şöhretle “klas insan” olunmuyor. Hayat şartları bizi ne kadar ciddi görünmeye zorlasa da herbirimiz çılgınlıklarını paylaşacak birini arıyor. Yaraların zamanla sarıldığından bahsederler, ama dil yarasını zaman da saramıyor, yürek yangınını deryalar da söndüremiyor. Acılar paylaşılınca hafiflerken, yaralar da ancak sevgi ile sarılıyor. Dostluk, muhabbet ve merhamet davasında samimi olmalıyız, elimizi çabuk tutmalıyız. Sevgi ve dostluk adına elimize geçen tüm fırsatları asla kaçırmamalıyız. Diğer yandan hepimiz zirvede olmak isteriz ama asıl keyif oraya tırmanırken yaşadıklarımızdadır.
Kötü karakterli bir çocuk varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş. “Arkadaşların ile tartışıp kavga ettiğin zaman her sefer bu tahta perdeye bir çivi çak” demiş. Çocuk, birinci günde tahta perdeye 37 çivi çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendine kontrol etmeye çalışmış ve geçen her günde daha az çivi çakmış. Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş. Babası onu yeniden tahta perdenin önüne götürmüş. Gence “bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahta perdelerden bir çivi çıkart (sök)” demiş. Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış. Babası ona “aferin iyi davrandın ama bu tahta perdeye dikkatli bak. Artık çok delik var. Artık geçmişteki gibi güzel olmayacak. Arkadaşlarınla tartışıp kavga ettiğin zaman kötü kelimeler söylemektesin. Her kötü kelime bir yara (delik) bırakır. Arkadaşına bin defa kendisini affettiğini söyleyebilirsin ama bu delik aynen kalacak (kapanmayacak). Bir arkadaş ender bir mücevher gibidir. Seni güldürür, yüreklendirir, sen ihtiyaç duyduğunda yardımcı olur, seni dinler, sana yüreğini açar” demiş.
Çölde yolculuk eden iki arkadaş hakkında bir hikâye anlatılır. Yolculuğun bir aşamasında iki arkadaş tartışırlar biri ötekine bir tokat atar. Tokatı yiyenin canı çok yanar ama tek kelime etmez ve kum üzerine şu sözleri yazar: “Bugün en iyi arkadaşım bana bir tokat attı.” Yıkanabilecekleri bir vahaya rastlayana dek yürümeyi sürdürürler. Tokatı yiyen yıkanırken batağa saplanır boğulmak üzereyken arkadaşı tarafından kurtarılır. Boğulmak üzere olan arkadaş tam selamete çıktıktan sonra bir kaya parçası üzerine şu sözleri kazır: “bugün en iyi arkadaşım benim hayatımı kurtardı.” Tokatı vuran ve sonra en iyi arkadaşının hayatını kurtaran kişi ona şöyle der, “senin canını yaktığımda bunu kum üzerine yazdın ama şimdi kayaya kazıyorsun, neden?” Öbür arkadaş ona söyle cevap verir. “Biri bizi incittiğinde bunu kum üzerine yazmalıyız ki bağışlama rüzgârı estiğinde onu silebilsin. Ama biri bize iyi bir şey yaparsa onu kayaya kazımalıyız ki onu hiçbir rüzgâr yok etmesin.” Dolayısıyla incinmelerimizi kuma, gördüğümüz iyilikleri kayalara kazımayı öğrenmeliyiz.
Bu gerçeğin anlam dünyasını Peygamber Efendimiz şu hadisi ile belirgin kılmaktadır:
“İyi ve kötü arkadaşın hali, güzel koku satanla körük çekenin haline benzer: Misk satan, ya sana güzel kokusundan bir miktar meccanen verir ya sen satın alırsın, ya da (hiç değilse onunla beraber olduğun sürece) güzel koku koklamış olursun. Körük çeken kimse ise, ya elbiseni yakar ya da (en azından) körüğün kötü kokusundan rahatsız olursun”[2]
Bir bedevi Peygamber Efendimiz (sav)’e;
“-Kıyamet ne zaman kopacak?” diye sordu. Efendimiz:
“-Kıyamet için ne hazırladın?”buyurdu.
“-Allah ve Rasûlünün sevgisini,” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
“-O halde sen, sevdiğin ile berabersin”buyurdu.[3]
Dostlar olarak vazifemiz birbirimizi hayra teşvik şerden alıkoymaktır. Bu gerçekten hareketle Allah dostlarından Ebû Bekr b. Tahir, “Din kardeşini Allah için sevdiğin zaman, onun dünya ile ilgisini azaltmasını sağla” tavsiyesinde bulunmaktadır.[4] Toplumsal huzur kitleler arasındaki samimiyete, birbirini aldatmamalarına, her şeyi birbiri ile paylaşmalarına ve karşısındakilere zarar vermemesine bağlıdır.[5] Şeyh Sadi eserinde konuyla ilgili olarak şu öyküye yer vermektedir:
Vaktiyle Şam diyarında âşıklara aşkı unutturan, hurma ağaçlarının ağzını kurutan, pınarları bitiren bir kıtlık başgösterdi.
Öksüzlerin gözyaşından başka su kalmadı ülkede.
Gökte kimsesiz ve yoksul dul kadınların âhı dışında duman kalmadı, insanlar bulutu unuttular.
Ağaçlar kurudu.
Dağlarda yeşil, bahçelerde fidan görünmez oldu.
Çekirgeler bostanları, insanlar çekirgeleri yediler.
Durum böyleyken bir dostum çıkageldi. Zayıflamıştı. Bir deri bir kemik kalmıştı.
Oysa bir zamanlar zengin, şan ve şöhret sahibiydi. Sağlıklı bir insandı.
Çok şaşırdım. Nedenini sordum.
Dostum kızdı, bağırıp çağırmaya başladı:
“Nasıl bilmezsin? Biliyorsan niçin soruyorsun? Ülkenin üzerine inen bu kâbusu görmüyor musun? Gökten bir damla rahmet inmiyor, yerden göğe inilti yükseliyor”.
“Biliyorum” dedim dostuma, “kıtlıktan neden korkuyorsun ki… Zehir ilaç olmayınca öldürücüdür. Sen mi zarar göreceksin kıtlıktan? Telaşın boşuna. Başkalarının açlıktan kırılmasından sana ne?”
Bilginin cahile baktığı gibiydi gözlerindeki ifade. Şöyle dedi dostum:
“Bir deniz kıyısında durup sevdiklerinin sudaki boğuluşunu gören insanın yüreği nasıl rahat olabilir? Benim yüzüm yokluktan sarardı. Yoksulların acısı soldurdu yüzümü. Vicdan ve akıl sahibi insan ne kendinin, ne de başkasının bedeninde bir yara görmek ister. Allah’a şükür bir acım yok, fakat yokluk ve düşkünlük içindekilerin acısını görünce bedenim tir tir titriyor. Yanındaki hasta olan bir kişi ne kadar sağlıklı olursa olsun keyifli olabilir mi? Yoksulların açlığını düşününce boğazımdan bir lokma geçmiyor, bana zehir oluyor. Sevdikleri zindandayken insan nasıl kendisini Gülistan’da sanabilir?”[6]
Şeyh Sadi’nin öyküsü bize şu gerçekleri hatırlatmaktadır: Dostluk, insana güven duygusu verir. Bizleri mutlu ve neşeli yapar. Dostu bulunmayan insanlar içine kapalı, neşesiz, somurtkan olurlar. Başlarına bir felaket geldiğinde yalnızlık hissederler ve bu felaketin üstesinden gelemezler.
Dostluklar saygı, sevgi ve karşılıksız yardımlaşma anlayışı üstüne kurulur. Dostluklar aynı zevkleri, aynı düşünceleri, aynı değer ölçülerini paylaşan insanlar arasında daha çok görülür. Gerçek dost; insanı sadece her konuda tasdik eden, onun haklı ve yaptığının doğru olduğunu söyleyen değil, hata ve yanlışlarını da çekinmeden, ama kırmadan, güzel bir ifade ile söyleyerek, onu tehlikelere karşı dostça uyarandır.
İslâm, iyi, temiz, ahlakı düzgün insanlarla dostluk ve arkadaşlık kurmamızı; kötü insanlardan uzak durmamızı öğütler. Bütün mü’minleri birbirinin kardeşi sayar. Kardeşler arasında, kırgınlık ve dargınlığın bulunmamasını ister. Küs ve dargın olanların barıştırılmasını ister. Dostluk, sosyal barışın da temel öğesidir.
Dostlarına sevgi ve şefkatle davranmayan bir kişinin yanına kimse uğramaz, herkes ondan kaçar. Kendisinde şu beş özelliği bulmadığın kimse ile dostluk kurulamaz:
- Ahireti dünyaya tercih etmeli
- İlmi dünya ameline tercih etmeli.
- Horluğu rağbetliğe tercih etmeli.
- Gizli ve aşikar ameli gözetici olmalı.
- Ölüme hazırlıklı olmalı.[7]
Nakşî silsilesinin altın halkalarından biri olan Abdülhâlık-ı Gucdevânî, dostluk konusunda şu tespitlerde bulunmaktadır: “Bir kişide şu beş özelliği görmedikçe onunla dostluk kurma:
- Fakirliği zenginliğe tercih etmek
- Ameli ilme tercih etmek
- Hor görülmeyi aziz tutulmaya ve iltifata tercih etmek
- Basiret ve firaset sahibi olmak
- Ölüme hazır olmak.”[8]
Tasavvuf klasiklerinde, salih ve sadıklarla birlikte bulunmaya, fâsık ve dünya ehli ile bir arada bulunmaktan sakınmaya ayrı bir önem verilmiş, tabiatın ve hallerin sârî olduğu dikkate alınarak, kişinin bu konuda dikkatli olması tavsiye edilmiştir.
Hz. Peygamber; “Kişi dostunun dini üzeredir. O halde kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin”,[9] “Kişi sevdikleriyle beraberdir.”[10] buyurmaktadır. “Mü’min mü’minin aynasıdır.”[11] ile Hz. Peygamber’in iki elinin parmaklarını birbirine geçirerek “Mü’minler bir binanın tuğlaları gibi birbirini destekler.”[12] meâlindeki hadisleri de bu doğrultuda açıklanmıştır.
“İyi şahıslarla dostluk kuran kimse, kendisi kötü bile olsa iyi olur. Çünkü onların himmeti ve sohbeti onu hayırlı bir insan haline getirir. Aksine kötülerle dostluk kuran da, kendisi iyi bile olsa bozulur. Çünkü onlarla bir arada bulunan, onların kötülüklerine rıza gösteriyor demektir. Kötülüğe rıza göstermekse, sahibini de kötü hale getirir.”[13].
Câfer-i Sâdık (r.a.), kendileriyle arkadaşlık yapılmaması gereken kimseleri şöyle sıralar:
Yalancıyla arkadaşlık yapma! Çünkü sen daima aldanabilirsin! O serap gibidir. Uzağı sana yakınlaştırır, yakını da senden uzaklaştırır.
Ahmakla arkadaşlık yapma! Çünkü sana menfaat vereyim derken zarar verir.
Cimriyle arkadaşlık etme! Çünkü o da senin fazlaca muhtaç olduğun bir zamanda yardımını senden esirger.
Korkakla arkadaşlık kurma! Çünkü o seni ele verir ve tehlike anında seni yalnız bırakarak kaçar.
Fâsıkla arkadaşlık etme! Zira o seni bir lokma yemeğe veya daha azına fedâ edebilir.[14]
Dostlara vefa asıldır. Ama vefasız dostların varlığı da bir o kadar kahredicidir. Zira dostlar kara gün içindir. Dostluk kitabında menfaat, çıkar, hesap, kin, nefret ve inatlaşma bulunmaz. Dost hesabî değil hasbîdir. Dost bâr/yük olmayı değil yâr/dost olmayı şiar edinir.
[1] Afifî, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler, s. 153.
[2] Buhârî, Zebâih 31, Büyû’ 38; Müslim, Birr 146. Ebû Dâvûd, Edeb 16.
[3] Buhârî, Edeb 96; Müslim, Birr 161,163.
[4] Kuşeyri, er-Risâle, s. 390.
[5] Özelsel, Kalbe Yolculuk, s. 154.
[6] Şeyh Sadî, Bostan, s. 63-64.
[7] Kotku, Tasavvufi Ahlak, c. I, s. 126.
[8] Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 55.
[9] Tirmizi, Zühd, 45.
[10] Buhari, Edeb, 96; Müslim, Birr, 165; Tirmizi, Zühd, 50, Da’avat, 98.
[11] Ebu Davud, Edeb, 49.
[12] Buhari, Mezalim, 5, salat, 88; Tirmizi, Birr, 18.
[13] Hucvîrî, Keşfu’l-Mahcûb, s.483.
[14] Eğitim Bilim, yıl:2, sayı: 13, Ekim 1999, s.38.
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE / Gaziosmanpaşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.