Toplumsal Barış İçimizdeki İyilere Bağlıdır
Sûfîler, “Tasavvuf nedir?”e cevap bulmaya çalışan uzun şiirler yazmıştır. Bize sorulacak olsa, hayatın, yaratılış gayemizin, Rabbimizin bizden muradının ne olduğu bahsinde üst bir idrak geliştirmek istiyorsak, âriflerin sözlerini döne döne okumaktan başka yapacak bir şeyimiz yok, derim.Çünkü onlar bizim için “tarif ” etmişlerdir. Buna devr-i dâim denir. Güneşin altında yen bir şey yoktur. Eğer tepe noktasını bulursanız saha daralır, söz biter. Onun için kemale ermeyenler çok konuşurlar benim gibi. Ama tepe noktasına vardıktan sonra aslında çok da konuşulacak bir şey kalmaz. Sadece belirli prensipleri tekrarlamaktan öte sözün hükmü tükenir. Belirli prensipleri tekrarlayacaksınız. Ancak bu tekrarların da bir anlamı vardır. Fizik âlem tekrarlaya tekrarlaya kabul ediyor bazı şeyleri. Bir şeyi ilk duymada kabul etmiyor fizik beden.
Namaz kılıyorsunuz, ilk rekatta Fâtiha okuyorsunuz, okuduk, ikinci rekatta kalkıyorsunuz,başka bir şey okusak ya; hayır, yine Fâtiha okuyoruz. Üçte dörtte yine Fâtiha… Bir sûre bu kadar rahatsız edilir mi? Bir namazda dört kere aynı sureyi okuyorsun. Ondan, sünnetleriyle bayağı bir Fâtiha okuyorsun. Niye? Başka bir sûre mi yok? Bir sır var burada. Fâtiha açılım demek. Açılmak tekrarla olur, bir şeyde devamla olur. Günaha devam edildiğinde o sizde belki de tamiri zor bir şey, hasar bırakıyor. Ama günahı kazara, bilmeden, bir gaflete düşmek neticesinde, bir kere iki kere yapmış olmak, hemen yapar yapmaz sizde o büyük tahribatı yapmıyor manevî açıdan. Aman sakın ha devam etmeyin. Uzun bir süre bir günaha devam etmiş bir insanın hâli, ruhu, bedeni, yüzünün nuru bile değişiyor. Bir câni, bir kâtil yaptığı katliâmı zevk için sürekli yapar hâle gelirse bunu yüzünden okuyorsunuz artık. Bir hırsız bir kere iki kere yapmakla değil de, artık tabiatı olmuşsa hırsızlık, yüzünden tanıyabilirsiniz o insanı. Her hâl yansır. Ama yansıyabilmesi için devamlılık diye bir şey var. Maneviyat da böyle. Az ama öz bir şeye devam et, kendine bir vird al, kendine bir hizb al, az olsun ama bir şeye devam et ve sonuç ile ilgilenme. Beklememek maneviyatta en güzel sabır eğitimidir. Sonuçları beklemeyin. Tasavvufta geçmiş ve gelecekle ilgilenmeme, ân-ı dâimle ilgilenme vardır. Geleceği yaratacak olan şu andır. Senin şu anki hâlin geleceğin nüvesidir. Öyle mi olurum böyle mi olurum diye düşünme. Öyle kompozisyonlar var ki fizik âlemde hiç hesaba katamayacağın şeyler…
MEVLÂM KAYIRIR, MERAKLANMA!
Gelecek-bilim diye bir şey var ya; siyasetbilimcilerin sosyologların anlayabileceği bir şey değil. Âlemde görünmeyen eller var, görünmeyen işler var. Enflasyon şöyle gidiyor, sonra bazı açılımlar oluyor, kötü gitmesi gerekirken iyi gidebiliyor. İyi gitmesi gerekirken kötü gidebiliyor. Onun için âlemde mekanik ve matematiksel çözümler çok fazla işlemiyor. Biz ne kadar ölçsek biçsek, “Tamam mükemmel planladım, harika!” desek; olmazsa olmuyor. O zaman biz hiçbir şeyi planlamayalım, programlamayalım mı? Hayır, planla programla, sonrasını bırak sahibine. Kanaat de bu tevekkül de bu. “Mevlâm kayıra” de, “Olursa ne âlâ” de. “Bal peteğine bak senin için büyük ibretler var” diyor, Mevlâmız. Ârifler bu ayetten şöyle bir ledünnî mânâ çıkarıyorlar; Bal peteğini inceleyin; altıgen hepsi, içini iyi takip edin, gen haritalarındaki şecere, ikiye ayrılıyor. Ağın içinde hangi yolu takip etseniz öbürküyle kesişiyor zaten. Öyle kuşatıcı ki! Sen diyorsun, ben yaptım. Aslında O kurmuş her şeyi, sen o ağın içerisinde hareket ediyorsun. Sen bir kul olarak tamamen O’nun çizdiği alan içerisinde hareket ediyorsun. Bak, ibret al diyor. Sen dersen ki; “Ben yaptım, sağdan git tim”. Sağı yaratan kim, solu yaratan kim, sağ ne sol ne? Her şey onun mülkünde. Onun mülkündesin bir kere onu bil. O, mülk sahibi. Sen o evin içinde oyna dur, ama bunu bil, mülkün sahibi O. “Bugün mülk kimindir?” diye sorulacak sana zaten. Şimdiden cevap ver öyleyse. Verdiğin zaman varlığı ve gücü O’na vermiş oluyorsun. İstiyorsan verme, zaten O’nun. Senden istenen sadece bunu ifade etmen. “Senin değil” dediğin zaman gelecek olan istifadeyi yapamıyorsun. Redd-i miras yapıyorsun, o zaman sana bir şey verilmiyor. Kendini o İlâhî alana kendini teslim et. Onunla mücadele etme, O’na kafa tutma, O’na isyan etme, önünde boynunu bük. İster sağa git, ister sola git, “Nereye dönersen dön Allah’ın vechi oradadır” diyor Kur’ân’da. Hepsi O’nun. Öyle bir kuşatmış ki, O’nu hisset. O zaman sende ne isyan kalır, ne sinir kalır, ne damar tıkanıklığı kalır. Tamamen kendini O’nda ifnâ etmiş olursun. Rahatlarsın. Sorulsa; böyle tavsiye ederim…
DİNİ, OTERİTELER YORUMLAR
Yeryüzünde pek çok, insanı eğitme ekolleri, mektepleri bulunmaktadır. Bu insanı eğitme gayesindeki ekollerin birinci derecede söyledikleri şey, “Nedir eğitim?”, “Nedir insan?”, “İnsan nasıl eğitilir?” sorularına cevap niteliğindedir. Çok değişik görüşler duyarsınız, okursunuz, dinlersiniz. Tasavvuf da bunlardan bir tanesi olarak öncelikle, bizim nerede olduğumuzu, kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi, burada ne yapmakta olduğumuzu, bir takım örnekler, bir takım misâller vermek suretiyle bizlere bildiren ve İslâm dini içerisinde geliştirilmiş, İslâm dini içerisinden çıkarılmış, bir düşünüş tarzı, bir dünya görüşü, bir hayat felsefesidir. Bunu söylememdeki sebep şudur; hiçbir din, hiç bir düşünce, tek başına yorumlanmadan insan hayatına, gündelik hayata taşınmaz. Bu birçok dindarın yaptığı hatadır. Yani bir dine mensup kimsenin o din bana yeter demesi bütün dinler için bir slogandan öteye geçmez. Günlük hayata yansıyan, bu tarz bir din anlayışıdır; yoksa dinin kendine alt mücerret mefhumları değildir. “Dinler arası diyalog” isimli bir konferansa katılmıştım. Hıristiyanlık, Müslümanlık, Yahudilik vardı, üç din. Orada da bizzat müşahede ettiğim şu: İslâm dışı dinlerde de aynısını görmekteyiz; Bir dinin getirmiş olduğu umdelerin o dinin içerisinden gelen, otoriteler tarafından yorumlanması sûretiyle devasa bir pratik din anlayışı çıkıyor. Bu iyi bir yorum oluyor, kötü bir yorum oluyor, o sonradan değerlendiriliyor. İşte İslâm dini içerisinden İslâm’ın getirmiş olduğu umdeleri şerh eden, açıklayan, yorumlayan ve bunları bir sistem hâline getiren düşüncelerden, düşünce ekollerinden bir tanesinin adı da tasavvuftur.
ALLAH, ÂLEMİ VE İNSANI YARATIP BİR YERE GİTMİŞ DEĞİL
Tasavvuf her şeyden evvel bizim, Allah’ın kendi ruhundan üflemek sûretiyle en mükerrem surette yarattığı varlık olarak kendimize bakmamızı birinci şart olarak koşuyor. Yani biz o kimseleriz ki Allah bizi kendisine muhatap kıldı. Karşısına alıp bizimle diyalog kurdu, bizimle konuştu. Bu eşref-i mahlûk oluş, Allah’ın insanı, kendi ruhundan ona üflemesi suretiyle mükemmel bir varlık olarak yaratması, potansiyel olarak da isterse tekrar aynı duruma, primorial denilen, o aslî, orijinal konumuna tekrar gelebileceğinin bir göstergesidir. Bilimde, bir şey olmamışsa, hiçbir zaman gerçekleşmemişse gerçekleşme ihtimali olabilir. Ama bir şey bir kere gerçekleşmişse tekrarlanması yüzde yüzdür. İhtimal bile değildir, kesinlik ifade eder. Tasavvufun ileri sürdüğü anlayışla bakıldığında insanın kendini tanıması ve kendini tanıma basamaklarında ilerleyip orijinine, aslına kavuşması ve ancak o kavuşma ile, o buluşma ile, o bütünleşme ile kendi anlamını keşfetmesi, ve o anlamı keşfetmesiyle beraber insanın kimliğini oturtması, kimliği oturtmak sûretiyle huzuru bulması mümkündür. Aksi durumda sürekli bir arayış ve ne aradığını, ne yaptığını bilememe, bir çaba ve koşuşturma, bir hengâme içerisinde yuvarlanan bir hayat olur. Nereden geldiğini bilmiyor, ne yaptığını bilmiyor, enerjik ama enerjisini nereye harcadığını bilmiyor. Belki boş şeylere harcayabiliyor. Rabbi bir yerlerde kendisi bir yerlerde. Eğer inanıyorsa Allah’a ne âlâ, inanmıyorsa zaten hayatı çok kötü, bir türlü referans noktası yok. Ama inanıyorsa da o inanışını netleştiremiyor. “Allah’a inanıyorum ama ne yapmam lazım; nasıl bulmam lazım, nasıl bir irtibat kurmam lazım, Allah beni yarattı buraya getirdi, o ayrı ben ayrı mıyım acaba, yoksa o öyle ötelerde yukarılarda değil, bir yere gitmiş de değil mi acaba?” Bu soruları sormaya başladığımız ve çoğalttığımız zaman, “Allah âlemi ve insanı yaratıp bir yere gitmiş değil. Yaratma başka bir yerde biz başka bir yerde gerçekleşmiş değiliz. O her an yaratmada yaratma her an devam etmekte. O her an bir işte. O her an hem orada hem burada. O her an her yerde. O ilk benim, son benim derken, iç de benim dış da benim diyor. Yani bütün mülk O’nun. O son kıyamet gününde “Bu mülk kimin?” diye soracak ve bütün yaratıklar “Evet senin” diyecekler cevabını kendi içimizde ve dışımızda bulmalıyız.
MODERN SİYASÎ HAYAT VE ERENLER
Sûfîler bu âyetin her an cârî, geçerli olduğunu söylerler. “Mülk kimindir?” sorusu sadece kıyamette sorulacak bir soru değildir. Her an mülk O’nun. İnsanlık âlemi, bu şuura erenlerini kendi içinden üretmeye başlamasıyla beraber, o şuura eren insanların eğitimde ve insanları yönlendirmede, önemli mevkilerde, önemli konumlarda bulunmasıyla beraber, kitlesel olarak bir huzura doğru gidiyor. Dünya tarihine baktığımız zaman, işin, global, üstten bir bakışla “Toplumsal huzuru da nasıl yakalarız?” noktasından baktığımızda belki bütün insanların aynı şekilde o noktaya erebilmesi mümkün değil. “Peki biz hepimiz eremeyeceksek ben başından bu yarışı bırakayım, madem eremeyecekmişim…” mi diyeceğiz. Hani sonuçla ilgilenmeyecektik ya; cevap yine hayır. Erenler az olacaktırlar, doğrudur. Ancak erenleri içimizden çıkaranlar da bizleriz. İçimizden çıkmasının yolunu açtığımız zaman, “Buyur sen git içimizden yukarılara doğru temsilci olarak” dediğimiz zaman, “Bizi de unutma” cümlesini ilâve edeceğiz. Ve şunu bileceğiz ki; onlar bizi unutmayacaklar. Modern siyasi hayatta olanlar gibi işlemez bu ermişlik meselesi. Bir yerlere geldikten sonra arkaya dönüp bakmayanlar gibi değildir erenler. Onlar ne kadar yükselirse yükselsin, bütün yükselmeleri hizmet esaslıdır. “Aman” diyeceklerdir onlar, biz belki yan gelip yatarken, biz belki sabahlara kadar mışıl mışıl uyurken, onlar bizim adımıza; “Aman ya Rabbi! Onların horultularına bakma sen, onlar iyi çocuklar aslında, ben onlara kefilim; aman!” diyecekler. Bizim için, bizim günahlarımız için, bizim gafletlerimiz için dua edecekler. Ve almış oldukları ışık, almış oldukları nuru bize bölüştürecekler. Onlar tek başına almış oldukları ışığı ne yapsınlar? Hak’tan aldıklarını tekrar halka vermek durumundalar. Hiçbir nebi, hiçbir peygamber yoktur ki aldığını kendi yesin, kendisi harcasın. Hayır, onlar bir tür transformatördürler. Aldıkları enerjiyi kendilerinden geçirmek sûretiyle halka yayarlar. Zaten nebi demek, peygamber demek bu aracılığı yapan demektir. “Allah’la kul arasında aracı olur mu?” noktasında hassas durmamız gerekmektedir. Evet olur. Ve olmalıdır da. Allah’la kul arasında perde olmamalıdır esas. Bütün putlar Allah’la kul arasında perdedirler. Ama put ile perde ile aracıyı birbirine karıştırmamamız gerekmektedir. Allah’la kul arasında aracı niye olmasın? Dolayısıyla içtimaî, toplumsal anlamda da huzur, biz içimizden çıkaracağımız o aydınlanmış insanların sayısı ve bereketiyle, o iyiliğin yayılması sûretiyle olacaktır. Kötülük birebir yayılır. Kötülüğün yayılma mekanizması bir kişiye bir kişi şeklindedir. Yani siz eğer çok kötü bir hayat yaşıyorsanız sizin kötülüğünüzü insan insana markaj sûretiyle yayabilirsiniz. Ama iyiliklerin yayılması karekökünü almak sûretiyledir. Bir gerçek iyi; naylon iyilikleri kast etmiyorum; ontolojik anlamda gerçekten hayır sahipleri, iyi insanlar; on altı insanı etkiler. Veya o on altı ilâ âhir devam eder. Katlanarak çoğalır. Çünkü âlemin yaradılışında esas olan iyiliktir, hayırdır. Bunun için her toplumun dönüştürme gücü olan bilgelere, ârifleri ihtiyacı vardır. Toplumsal barış onların nurundan yol bularak ilerler.
Tasavvuf her şeyden evvel bizim, Allah’ın kendi ruhundan üflemek sûretiyle en mükerrem surette yarattığı varlık olarak kendimize bakmamızı birinci şart olarak koşuyor. Yani biz o kimseleriz ki Allah bizi kendisine muhatap kıldı. Karşısına alıp bizimle diyalog kurdu, bizimle konuştu.
[toggle title=”Yazar hakkında” state=”open” ]Prof. Dr. Mahmut EROL KILIÇ – Yenidünya Dergisi Kasım 2011 Sayısı Alıntı[/toggle]